Çarşamba, Ağustos 30, 2006

Melih Gökçek ve Post-Modern Belediyecilik





İçimdeki İ Nokta Melih Aşkı


İ.Melih Gökçek ile muhabbetim, Emin Çölaşan kadar sıkı olmasa da vardır. Radikal2'de yazdığım bir yazı açıkça İ nokta Melih Gökçek ulaşım politikasıyla ilgiliydi. İ nokta Melih Gökçek'in kafası çalışan üniversiteliyle girdiği rant savaşını Radikal2'de yazmıştım. Yazdığım yazı Ankara hayatının ve gerçeğinin çok mikro bir köşesiydi. Pek çok ensesi kıllıya haklı haksız rant dağıtılırken, zaten kira parasından beli kırılmış, ulaşım giderlerini bir şekilde düşürmeye çalışan üniversiteliye küçücük bir "rantı" yar etmeyen, onu da ensesi kıllılara dağıtan İ nokta Melih Gökçek, üniversiteliden öğrenilen "45 dakika transferiyle" bedava gideceği yere ulaşan varoşluya da darbesini vurmuştu. Suç olan bir şeyi savunmuyorum!!! O, Melih Gökçek'çe çok kesin sistemin de kendi içinde açıkları olduğunu görmek ama bunu görünce, o açıktan faydalananları cezalandırmak televizyon kanallarına çıkıp onları "vatan haini" ve "şark kurnazı" ilan etmek , bu "gözü sonradan açılanlardan" biri olarak benim de kanıma dokunmuştu. Son yıllarımızı "sözle işlenen anarşik fiilerden hüküm giyen başbakan olabilir" "evrakta sahtecilik yapan maliye bakanı olabilir" türü şeylerle durumlara özel kılıf hazırlayarak geçirmiyor muyuz? Yerine ve adamına göre özel imar afları çıkar mıyormuyuz? Devleti küçülteceğiz derken olmadık şeylere iş sahası yaratıp yedi ceddimizi ATM"Ay Başında Toplar Maaşı"yapmıyor muyuz? Gücümüz üniversiteli ve varoşluya mı yetiyor?

Postmodern Bir Ajan Olarak Emin Çölaşan


İlk paragrafta adaletsiz belediyeciliği ve adaleti ensesi kıllıyı yüceltip ezilmişi daha da ezmek sanan zihniyeti eleştirdim. Bunu Emin Çölaşan başka bir kılıf altında hemen her zaman yapıyor. "Ayağım kaldırım taşına takılsa konu çıktı diye sevinirim. Başlık hazır: Ankara'nın Kaldırımlarında Usulsüzlük". Emin Çölaşan yazılarının bazen ihaleleri manipüle ettiğinden veya Emin Çölaşan'ın bir İ nokta Melih ajanı olduğundan şüpheleniyorum. Size mantıksız gelebilir ama Emin Çölaşan konuşuyor, Gökçek bir yıl daha seçiliyor. Çölaşan konuşuyor Gökçek bu kez oğlunu da Keçiören Belediyesine veliaht gösteriyor. Simetrik olarak Emin Çölaşan'ın muhalefeti arttıkça Gökçek Ankaraya kazığını daha da derin çakıyor.

Buna postmodernist bakış açısından bir açıklamadan önce aradaki bu zıtların birlikteliği ve diyalektiğe dikkat çekmek istiyorum. Bana Çölaşan'a olan imanımı kaybettiren olay Çölaşan'ın bir kavşak tabelasının resmini çekip haber yapmasıydı. Atatürk Orman Çiftliği'ne giden yönün tabelası "Atatürk O.Ç" olarak yazılmıştı. Üşenmeyip resmini çeken, bir de "Atatürk'e artık açıktan açığa O.Ç diyorlar!" haberini yapan Çölaşan, o güne kadar gözümde cesur bir gazeteciydi.(aslında dürüstlüğü ve etikliği tartışmalıydı. "Turgut Nereden Koşuyor" hayatımda okuduğum en güzel politik mizah kitabıydı. Turgut Özal'ın karısına Amerika'dan dönüşünde sütyen götürürken uçakta üstüste taktığı sütyenler hala zihnimdedir. Ve onca zaman yakın çevrede bulunup, basın danışmanlığı önerilen Çölaşan'ın bunu kabul etmeyip elindekileri kitaplaştırması da beni Çölaşan'dan insani anlamda soğuttu çünkü kirli ve ikili oynuyor. Ama o kitabın Dünya Bankası ve IMF'nin o günlerden nelere kadir olduğunu, Askeri yönetimde bile alttan alta cadı kazanını nasıl karıştırdığını ortaya koyuşu takdir edilmeli...)

AOÇ haberiyle beraber "ya bizdensin ya onlardan" durumu gibi, kesinlikle iki saçma arasında kaldığımı hissettim. Bu saçmalardan bir tanesi fütüristik anıtlar (Eskişehir yoluna gökdelen boyunda Eşşek üstünde Nasrettin Hoca anıtı diktirip sırf buna yılda bir milyon turist beklemek) ve gül bahçesi bile (sosyal tek bir dönüşüm projesi yok. Lale devri parklarıyla ve rant-ihale dağıtımıyla seçim kazanılır) vaad etse bile dalga geçe geçe her seçimi kazanan Melih Gökçek'tir. Her defasında bir önceki iktidar zamanında başlanan Metro ve Ankaray sahiplenilir, abuk subuk üst geçitler ve u dönüş köprüleri tüm itirazlara rağmen yapılır, Ankara abuk bir fütüristik mekan haline getirilir. Yani yık geçmişi, herşey abuk bir gelecek için...

En Büyük Muhalefetim!!!!
Fütursuz Fütürizm'e karşı Rasyonel Toplumsal Projeler
Sadece Bentderesi Vakası

Mesela Ankara tarihi namına en tarihli yerlerden biri "Ankara Genelevi" tarihi dokuyu bozmadan müze yapmak yerine yıkılır. Amsterdam'ın Kırmızı Fenerini yılda 16 Milyon turist ziyarete geliyor, popüler olacağım diye ille eşşek üstünde Nasrettin Hoca dikmek zorunda değilsin ki! Türk toplumunun eski genelev mimarisini müzeleştirmek,burayı bir etnografya müzesi babında kullanmak ve Melih Gökçek'in "böyle sanatın...." dediği eserleri sergilemek kimsenin aklına gelmedi mi? Yeni bir yere taşımak daha sıkı sıhhi önlemler ve denetimler yapmak teşvik edilmez ve tüm çevreyolları hatta ana arterler "Genelev Ankara"sına dönüşür. O bir türlü ısınamadığım Anka-Mall'ı (ki zaten olsa olsa genelev olur) entegre ve modern "örnek bir genelev'e" çevirmek de mümkündü. Ankara Emniyet Müdütlüğünün yanıbaşında bir genelev daha emindir. Tüm şehre kanser gibi yayılmak yerine, tek merkezde toplanmış denetlenen bir fuhuş daha akılcıdır. Madem ki olacak bari denetim altında olsun, sonra bu işin mafyalaşması engellenirse zaten bitmeye yüz tutar ve kendiliğinden biter. Gökçek'in bu projesi, Maltepe'deki bir kaç ensesi kıllı otelci ve pavyoncuya yarar. Bürokrat ve Türk siyasetininin seçkinleri bu konuya ses çıkarmaz ama Melih'in de eli, yalnızca bakan torpiliyle girilen lüks sauna ve masaj salonlarına nedense bir türlü ulaşmaz!!!! Nasıl olur da en liberalinden ortodoks marksistine hiç bir köşe yazarı tepkilerden korkup Bentderesinin yıkılmasına alternatif sunamaz... Liberaller Kuğulu Park'ta elele tutuşsun, sosyalistler yüksel'de eylem yapsın. Herkes mutluysa bu konu illaki tek üstüne konuşan bana kalacak. Madem öyle alternatif projemi söylüyorum: 1) Bentderesi Anka-Mall'a taşınsın 2) Bentderesi "Genelev Etnografya Müzesi" olsun. ( Amsterdam ve Köln genelev modellerinin farklarını yerinde analiz etmeyenlerle bu önerimi tartışmıyorum! Gidin görün sonra tartışalım.)

Melih Gökçek'in Postmodern Belediyecilik Söylemi

Melih Gökçek'in iktidar tasarımları ve iktidar belirtileri de postmodern bir niteliği, o farkında olmasa da kazandı. Elbette bir şeyin postmodern olarak nitelendirilmesi onun son moda olduğu için övüldüğü anlamına gelmez. Yakından takip edenler bilir ki bir konuda postmodern yaftası yemek en ağır hakaretlerden biridir.

Bu iktidar tasarımlarının gelişimini tabelalar ve pankartlardan anlamak mümkün. Bazı tabelalar suçtan sıyrılmak için bazıları (ender de olsa) sorumluluk almak bazıları yönetimin varlığını hatırlatmak için dikiliyor. Ama ne olursa hepsinde postmodernliğe basan bir yön var.

Suçtan sıyrılmak için pankart nasıl açılır ve bir iktidar kendini nasıl gizler? Size sadece bir doyurucu örnek vermek istiyorum. Pankart şudur:

AŞTİ SERVİSLERİ AŞTİ ESNAFININ TALEBİ ÜZERİNE KALDIRILMIŞTIR. KONUYLA ANKARA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİNİN BİR İLGİSİ YOKTUR.

Cümlenin öğelerini sormayı bilen bir ilkokul çocuğu bile bu önermenin tutarsızlığını ortaya koyar. Kaldırılan ne: şehre otobüsle gelenleri şehrin çeşitli yerlerine dağıtan AŞTİ Servisleri, Kaldıran kim: buna yetkili Büyükşehir Belediyesi organı. Aşti Esnafı kim: bu servislerin kaldırılmasından kar edecek her kimse. AŞTİ esnafının talebini dikkate alan kim: yine Büyükşehir Belediyesi. Bu yazı kimler okunsun diye asılmış: Elinde bavullar, sırtında çuvallar Ankara'nın çeşitli yerlerine dağılmak üzere çıkan yolcular için asılmış. Onların aklındaki düşünce ne: bir servis bulup daha fazla yükle gezmemek. Bu talebi kaale almayıp bir kesime rant yaratmayı düşünen kim? Toplumun çatışan çıkardaki insanlardan oluştuğunu göremeyip kafasına göre birilerinin talebini gerçekleştirip diğerini görmezden gelen ve ihtiyaç anında buharlaşan iktidar kim?

Pazartesi, Ağustos 28, 2006

İsmail YK. ve Linç Kültürü

İlk şoku bir Kral TV klibi karşısında yaşadım. Kürtçe yayın yasağı tartışılıyorken; Arapça, Kürtçe ve Balkan dillerinde yayınlar TRT denetiminde serbest bırakılırken, bu klibi fark ettim: Halte! Ne demek ve hangi dilde anlamlı bilmiyorum. Ancak bu klibin sinematografisi hala aklımdadır. Önde yüzü sinekkaydı tıraşlı esmer bir Türk Erkeği, BBG evine albüm yapmak ümidiyle hapis olan Tarık'ın yüz ifadesiyle, inatla ekranın büyük kısmını kaplıyor ve ifadesini bozmadan şarkısını söylüyordu. Arkada bir folklör grubu, rus revü kızları arada bir girip çıkan dansözler klipte ne işe yaradığını çözemediğim bir sürü izleyici veya salınıp duran üniformaları yetişmemiş serbest kıyafetli amatör dansçılar vardı.Eşine benzerine daha önce rastlamadığım tuhaf bir klipti. Pek çok anlamlı parça anlamsız bir bütün oluşturmak için bir arada... Sanatsallığı ve estetikliği tartışılsa da yeni bir akım, yeni bir yaklaşım belki de kazara o klipte doğdu. Bu kadar zengin ve bütüne bakıldığında anlamsız bir koleksiyon ortaya çıkarma çabası ne olabilir... İşte "Linç Toplumunun" nesnelerin gerçekliğini ve anlamlarını linç edişi ve bunun sanata yansıması... Karşınızda “Linç Kültürü”…


Bunun savunucularından bir tanesi de İsmail YK. Arabesk ve popun türleri arasında her daim deney halinde olduğundan tarzına, kuantum mekaniğinden kaynaklanan "belirsizlik ilkesi" dolayısıyla isim takamıyorum. İsmail YK'nın tarzı için şu söylenebilir: "Hangi hızda gittiğini biliyorsanız, nerede olduğunu bilemezsiniz. Nerede olduğunu biliyorsanız hızını bilemezsiniz." Hangi yöne evrileceğinin ve o anda ne yaptığının bir arada bilinmesi imkansız.

YK Bey ve Şappur Şuppur


Yurtseven Kardeşler'in en küçüğü İsmail YK'dır. Bu 5 çocuklu gurbetçi işçi ailesi, İsmail de liseyi bitirince, kardeş kardeş albümlerini çıkardı. Yurtseven Kardeşler deneyi arabesk-elektronik karışımıyla yoluna devam ederken aile meclisi en küçük kardeş İsmail'i starlığa hazırlama kararı aldı (kaynak http://www.ismailyk.de) İlk şarkısı "Şappur Şuppur" ile onu tanımayan kalmadı. Televizyonların "Türk halkını İsmail YK.'dan bıktırma" politikasına bu şarkı iyi direndi. Şappur Şuppur yeni asırda "Alla Beni Pulla Beni"nin yeniden doğmuş haliydi. Bu Barış Manço klasik eseri ile İsmail YK şarkısı arasındaki fark, İsmail YK'nın ruh halini göçmen-işçinin toplumsal konumu ve argoyla harmanlayarak sunmasıydı. Şarkının ilk bölümünde bir yazlık beldesi diskosuna veya iğne atılsa yere düşmeyen cumartesi club'ına "akan" İsmail YK kafasındaki günlük sorunları bizimle paylaşmaktadır. İsmail Yk'nın eforları sonuç vermiyor ve Sayın YK o eşsiz tonlamasıyla teşhisi koyuyor: “Yoksa ben zurna mıyım hııı?” Şarkının birinci bölümü bittiğinde üzerine işportadan aldığı cicileri çekmiş, saçını İsmail YK. modeli yapmış, yazlık diskoda sarışın mavi gözlü rus alman irlandalı hollandalı gözleriyle süzen ama ümidi tükenmeye başlamış neşeli kalabalık içinde yalnız " ben sen o biz siz onlar"ı görüyoruz. "Bu gece de boş mu dönüyoruz?" sorusu aklına düşen her Türk genci gibi, "hani bu kadar turist esmer Türk erkeği için Bodrum'a geliyordu benim ne eksiğim var?" "otelin barındakiler o kadar "macera" anlatıyor. bunlar ya profesyonel zampara yada hepsi yalandı" gibi şeyleri düşünmeye başlıyoruz. İşte bu kadar yoğun duygular ancak böyle açıklanabilir: "Yoksa ben zurna mıyım hııı" Şarkının ikinci bölümünde İsmail YK ve yanına yaklaşan bir İngiliz uçağı ile macerasını izliyoruz. Kız onu bara çektiğinde İsmail YK. yeni işten çıktığını kızın pahalı içki almamasını, kendi kendine, içinden geçiriyor. Burada bir anda ekonomi-politik meselelere geçiyoruz. İsmail YK, buna her an uyanık olmasa da aklının bir yerlerinde bir göçmen-işçi sınıfı bilinci taşıyor. Ve kızın pahalı ve sofistike bir şey istememesinden korkarken bir anda sınıfsal köklerine dönüyor. Kan,ter ve gözyaşı işçi sınıfının azimli savaşlarla kazandığı Cumartesi tatili, sözleşme hakkı ve grev özgürlüğü bir anda disko ışıkları altında aklımızdan geçiyor. Bu uçurumlar fazla derinleşmiyor. Derken YK Bey tane tane anlatarak olay anlatımının gerilimini arttırıyor. "Bizi-imki votka-ayı usu-ulca yudumla-adı, gömle-eğimin üst düğme-esini açtı" Tam bu anda YK Beye, o imrendiği şanslı azınlık gibi, yarın sabah barda anlatacağı hikaye çıktı . Ama YK Bey sanatçı kişiliğini burada ortaya koyuyor. Bunu otelin havuz barında "her şey dahil limitsiz yerli içki" vaktinde gerile gerile anlatmak yerine bundan bir şarkı yaratıyor. İşte biz, dinleyiciler, tam da o anda, o her şey dahil otelin havuz başındaki barında, cin tonik önümüzde, yanımızda ne anlatıldığından bihaber Ukraynalı kızlar; İsmail YK'nın bizi bara toplayıp geçen gece biz bardan ayrıldıktan sonra tek başına neler yaptığını anlattığını fark ediyoruz. Arkadaki müzik ise havuz kenarındaki hoparlörden gelen içkili halde veya havuz çıkışı içi su dolu kulaklarla anlayamadığımız müzik... Ve daha ilginci İsmail YK'nın da bu havuz bar adamlarının yaptığı gibi aynı hikayeyi, aynı tonda, defalarca anlatabildiğini görüyoruz. Zaman-mekan anlayışımız işte bu noktada kendine geliyor. Şimdi sormamız gereken bir soru var. "Eee kız ne oldu İsmail?" Şarkının üçüncü bölümü ise bu soruya verilmiş bir cevap, trajedik bir son. YK bey'i cep telefonundan babası arıyor. Gecenin o saatinde barda içtiği için azar yiyen YK evine dönüyor. Ve şarkı da bir tür "her maça üç puan için çıkacağız, önümüzdeki maçlara bakacağız" mesajıyla bitiyor. Bu hikaye her yıl tekrar tekrar farklı yer ve zamanlarda kişilerle gerçekleşmiyor mu? Buna ne denir? Bireyseldeki toplumsal denir. İsmail YK bir gece macerasından böyle dönerken bunu bin yıl sonra çözecek antropologları malzemeye boğuyor. "Tarihin bir döneminde az gelişmiş insan türü avlanmak için geceleri dışarı çıkar... Eş seçimi bu müzik eşliğinde alınan alkol eşliğinde gerçekleşir... bu çiftleşme ritüeli için gece kulüpleri inşa eden insan türü...Başarısız ve yalnız olanlara "zurna" etiketini yaftalayarak..."

Linç Toplumunun Milli Marşı: Allah Belanı Versin

Bunun üzerine mesajı ne olursa olsun yazının başında anlattığım müzikal felsefeye rast gelen anlamlı parçalardan anlamsız bütün yaratma çalışması olarak "Allah Belanı Versin" başlıyor. Bu “Allah Belanı Versin”deki müzikal çeşitlilik çok girift. Yayılmak yerine düğümlenip kendi içine toplanan bir hali var. Klasik batı müziği var, Elektronik öğeler var, Oryantal etkiler var,Rock bile var. Ama bu kadar var'lığı yok'luğa dönüştürmek İsmail YK'nın kendine biçtiği sanatsal misyon. Tıpkı Halte klibindeki gibi.

Şarkıyı dinleyen hemen herkes başka bir yöne takılmış. Sözlerin boşluğu ve birbirini tekrarlayışı dinleyicilere o karmaşık müzikle ilgilenebilme fırsatı veriyor. Kimi rock baterinin aksaklarına takılmış , kimi arkada derinlerden gelen klasik batı müziği etkilerine, kimi sonlardaki o elektro gitar solosuna , kimi ney sesine... Her biri ayrı ayrı anlamlı, ama bir arada anlamsız... Zenginliği ve çeşitliğiyle gurur duyduğumuz toplum da bu simgesel bir aradalığın bu anlamsızlığını yaşamıyor mu? Ve cemaatler tepki vermek istediğinde aklı ve sağduyuyu sıfıra indirip saf öfkeyle vurmuyorlar mı? "Linç toplumu" da bir nevi bu şarkıya sıkışmış aynı sözleri durmadan tekrarlayan ve müziğe yansımış karmaşık bir kültürel zenginlikle o arabaya girişmiyor mu? Linç Toplumu sakin halinde o yazlık diskoda şappur şuppur öpüşürken, bir anda ne olduğunu anlamadan bagajdan levyeyi çıkarıp o arabayı linç ediyor. Sevgili kendi 4x4 arabası evrenin bir başka köşesinde yol alırken, İsmail YK "sen beni unutmuş için kupkuru, benim gönlümde hala o arzu" durumundayken, yok yere o araba parçalanıyor. O arabanın parçalanması gücü bir şekilde göstererek YK'yı tatmin ediyor. Çünkü kimse bundan sonra ona "zurna" diyemeyecek ve YK da zurna olmadığına kendini inandıracak

Ney gibi tasavvufi kökenli bir enstrümanın öfkenin önüne sürülmesi, tüm bu yıkımın o üç dakikalık şarkıda o üç dakikalık "linç anına" sıkıştırılması ve o disko gecesinde zevki anlatırken ağır çekim heceleyen YK'nın "linç öfkesini" anlatırken müziği hızla akıtması göze çarpan diğer detaylar... Bu "linç toplumunun" "linç kültürü" eserini linç eylemlerinde dört bir ağızdan söylemek dileklerimle...

Alperen Atik.