Pazartesi, Ocak 22, 2007

İSRAİL-AMERİKAN İŞBİRLİĞİNİN LÜBNAN'I İŞGALİ

“Uzlaşmamız gereken bir ikiyüzlülük var ortada: Ya dünyanın çıkar üzerine kurulu olduğuna kani olacağız ya da insanlık onuruna sahip çıkmaya ümitsizce devam edeceğiz. Lübnan’da yaşanan da bu ikiyüzlülüktü; ABD-İsrail işbirliğiyle gerçekleşen Lübnan işgali bu iki ülkenin çıkarları uğruna insanlık onurunu ayaklar altına aldı.”

Çok tanıdık bir hikâye: İsrail-ABD işbirliğinin Lübnan’ı işgali




20. yüzyıl neredeyse her on yılda bir yeni bir çağ yaşadı. Değişim ve yenilikler daha önce hiç bu kadar hızlı yaşanmamış; dünya haritası hiç bu kadar çok şekil değiştirmemişti. Bu yüzyılda iktisadi, siyasi ve toplumsal sorunlar hiç olmadığı kadar sarsıcı oldu. 21. yüzyıla gelindiğinde ise Soğuk Savaş’ın bittiği ve dünyanın, tek süper devlete itaate zorlandığı yeni bir dönem başladı... 21. yüzyılın da bir önceki yüzyıl gibi birden fazla çağa tanık olacağını ve belki de daha “hızlı” yaşanacağını düşünmek için pek çok sebep var.

11 Eylül saldırılarının miladı olduğu düşünülen/düşünülmesi beklenen süreç bunun en somut örneği. Ortadoğu’nun ise yeni yüzyılda dünya siyasetinde rolü pek de farklı görünmemekte, Ortadoğu çatışma sahası olmaya devam ediyor. Ancak yeni yüzyılda yaşananların nedenlerinin 20. yüzyılda aranması gerekiyor. Nazi soykırımından kurtulan Yahudiler, iki bin yıl önce kovuldukları “vaat edilmiş” topraklara, Filistin’e döndüler. Ben Gurion’un başkanlığında kurulan İsrail Devleti insanlık tarihi boyunca barış yüzü görmeyen Ortadoğu topraklarında şiddetin odak noktasını oluşturuyordu artık. İç savaşı, Suriye ve İsrail’in istilalarını art arda ve iç içe yaşayan Lübnan ise dünya tarihinin en büyük “ödül”lerinden biri olarak anılan Ortadoğu’nun bitmek tükenmek bilmeyen sancılarına gebeydi ve geride bıraktığımız yıl içinde kıyameti yeniden yaşadı…
Değerli kaynakların ve önemli arazilerin İsrail topraklarına katılması, Filistinlilerin yaşanılması imkânsız, dar ve yalıtılmış alanlara hapsedilmesi şeklinde uygulanan sistematik politikanın son ayağını, 2006 yılının ikinci yarısında ortaya çıkan Lübnan işgali oluşturdu.

Olanları kısaca hatırlayalım;
>>>24 Haziran günü İsrail kuvvetleri iki sivili (Usame Muammer ve Mustafa Muammer’i) esir aldı. İsrail devleti tarafından sivillere yönelik olarak gerçekleştirilmiş olan bu eylem, ardından gerçekleşen iki İsrailli askerin kaçırılması olayından niteliği açısından daha vahim bir durum olmasına rağmen, batı medyasında eksik ve hatalı yer aldı ya da hiç yer almadı.
>>>25 Haziran günü ise bu sefer Filistinli militanlar, İsrail silahlı kuvvetleri mensubu onbaşı Gilad Shalit’i esir aldı. Shalit’in esir alınması ise dünya kamuoyunca kınandı ve öfkeyle karşılandı. Burada karşımıza çıkan Batı ahlakının insancıl kaygılardan uzak çifte standardı aslında Ortadoğu’da yıllardır yaşanan sürecin sürekliliğinin en önemli nedenlerinden biri.
>>>12 Temmuz’da Lübnan sınırı yakınlarında 8 İsrail askerinin öldürülmesi, 2 İsrail askerinin kaçırılması ve Hizbullah militanlarının İsrail topraklarına katuşya füzeleri ateşlemesiyle doruk noktasına ulaşan “kriz”, İsrail’in alışkanlık haline getirdiği Lübnan’ı işgal etme, yakıp yıkma ve terör yaratma davranışlarıyla yeni bir hal aldı. Lübnan’ın limanlarının abluka altına alınması, kara ve havadan saldırılar yapılmasına karşılık olarak Hizbullah yaptığı füze saldırılarını arttırdı.


>>>13 Temmuz’da saldırılardan sonra Beyrut havalimanı uçuşlara kapatıldı.
>>>15 Temmuz’da BM’nin gündemine aldığı ateşkes çağrısı ABD’nin vetosu sonucunda reddedildi.
>>> 25 Temmuz’da İsrail’in hava saldırıları sonucunda Birleşmiş Milletler’e bağlı bir gözlemleme tesisi füzeyle vuruldu ve 4 BM personeli hayatını kaybetti
>>>30 Temmuz’da 37’si çocuk 60 kişi, gece yarısı düzenlenen bir saldırı sonucu Kana’da katledildi.
>>>4 Ağustos’ta ABD ve Fransa beraber hazırladıkları bir ateşkes önerisini Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne ilettiler. Savaşın durması halinde Lübnan topraklarında bulunan İsrail askerlerinin geri çekilmesini öngörmeyen tasarı, Lübnan hükümetince kabul edilemez bulundu.
>>> 11 Ağustos’ta Lübnan başbakanı Fuad Sinyora’nın adını taşıyan Sinyora Planı da göz önünde tutularak daha önceki tasarıda değişiklikler yapılarak 1701 sayılı karar Güvenlik Konseyi’nde kabul edildi ve taraflar “şiddet eylemlerini durdurmaya” çağrıldı.
>>> 12 Ağustos’ta Lübnan ve Hizbullah kararı kabul etti.
>>>13 Ağustos’ta İsrail kararı kabul etti.
>>>14 Ağustos sabahı ateşkes yürürlüğe girdi.
>>>19 Ağustos’ta İsrail ordusu Bekaa Vadisi’nin doğusundaki bir köye silahlı saldırı düzenledi.
>>>7 Eylül’de İsrail Lübnan’daki ablukasını kaldırdı.
>>>2 Ekim’de İsrail tüm askerlerini Lübnan topraklarından geri çekmişti.


İsrail, ateşkes ilan edilene dek saldırılarına aralıksız devam etti, Lübnan’da 1000’in üzerinde İsrail’de 50’ye yakın sivil öldü. 1 milyondan fazla sivil evinden oldu. Alt yapısı yerle bir edilen Lübnan 2 ay içinde, daha krizin başlarında İsrail Genel Kurmay Başkanı korgeneral Dan Halutz’un savurduğu o tehdit cümlesindeki gibi, 20 yıl öncesine dönüverdi.(1)

Ortadoğu’nun yabancısı olmadığı bu “kriz”, adının konulmasıyla anlamlı hale geliyor. Yaşananları tanımlamak için hangi sözcük daha uygun? Savaş mı? Ortada iki ülkenin silahlı kuvvetlerinin çatıştığı bir savaş görünmüyor. Saldırı sözcüğü tanımlama açısından daha uygun, Birleşmiş Milletler’in 1974’te hazırladığı, 8 maddeden oluşan, saldırı tanımı yapan metindeki 3. maddede sayılan eylemler ve tutumlar, Lübnan’da yaşananları karşılıyor.(2) Fakat “İsrail’in Lübnan’a saldırısı” demek de bir bakıma haksızlık; çünkü aynı güçte ve etkide olmasa da Lübnan’dan İsrail’e gelen, meşru müdafaa niteliğinden uzak, saldırılar var. Sanırım en doğru tanımlama Lübnan’a yönelik bir İsrail-Amerikan işgali. Peki, ABD ve İsrail Lübnan’da neyin peşinde? Yaşananların temelinde İsrail-Filistin gerginliği yatıyor. ABD’nin yanlı tutumu, sorununun çözümsüzlüğünü ve İsrail’in saldırılarını beraberinde getirirken, uluslararası arenada desteklenen iki devletli çözüm ise bu nedenle gerçekleşebilir görünmüyor. İsrail ve ABD ise çözümü Hizbullah’ın yok edilmesinde buluyor. Hizbullah ABD ve İsrail tarafından yok edilmesi gereken bir yapılanma olarak görülürken; Hizbullah Suriye, İran ve Lübnan için bambaşka anlamlar taşıyor. Suriye ve İran için İsrail’e karşı bir koz olan Hizbullah, Lübnan halkı içinse bir kurtarıcı olarak yükseliyor. Burada ABD–İsrail işbirliğinin içine düştüğü hata göze çarpmakta; Hizbullah’ı öldüremeyen güçlendiriyor ve Irak’ın işgaliyle ortaya çıkan öfkeli mücahitler benzeri yeni bir nesil ortaya çıkıyor. ABD “haydut devlet” olarak tanımladığı devletlerle olan savaşında aradığı meşruiyeti “dünya düzeninin korunması” ve “barışın sağlanması” söylemlerine dayandırsa da Soğuk Savaş sonrasında yeni düşmanların yaratılması bu temeli sarsıyor; çünkü ABD “müdahalelerinin” hiçbiri, Lübnan örneğinde tekrar görüldüğü gibi, düzeni ya da barışı sağlamıyor aksine ABD’nin elini attığı her yerde karmaşa ve savaş hüküm sürüyor.


Uzlaşmamız gereken bir ikiyüzlülük var ortada: Ya dünyanın çıkar üzerine kurulu olduğuna kani olacağız ya da insanlık onuruna sahip çıkmaya ümitsizce devam edeceğiz. Lübnan’da yaşanan da bu ikiyüzlülüktü; ABD-İsrail işbirliğiyle gerçekleşen Lübnan işgali bu iki ülkenin çıkarları uğruna insanlık onurunu ayaklar altına aldı. İran-Irak savaşı sırasında Irak’ı destekleyen, Irak’ın kimyasal silah kullanmasını teşvik eden ABD, bugün aynı ülkeyi “haydut devlet” olarak ilan edip, silah zoruyla demokrasi dayatıyor, Lübnan’ın altyapısına verilen zarara, savaş suçundan öte anlam taşımayan katliamlara, açık destek veriyor. Güçlülerin önemsemediği, güçsüzlerin ise uygulamada yalnız kaldığı uluslararası hukukun ise silah satışından elde edilen gelirden bile daha az hüküm sahibi olduğu görülüyor. İşte bu yüzden uzlaşmamız gerekiyor çoktan yüzleştiğimiz bu ikiyüzlülükle; çünkü ABD’nin resmi politikasında tekrar tekrar açıkladığı o “seçme hakkı” (ya bizimle olursun ya da yok olursun!) bizim de içinde bulunduğumuz “geri kalan” dünyayı ilgilendiriyor. Önleyici saldırı doktrininin bundan daha masum bir anlam taşıdığını düşünmek naiflik olur. 11 Eylül saldırılarından hemen sonra, Afgan halkının açlıktan kırılmasına bir nebze engel olan Pakistan yardımlarının kesilmesini isteyen ABD, “barış” algısına ne terörle ne de ikiz kulelere yapılan saldırılarla uzaktan yakından ilgisi olmayan binlerce insanın ölmesini umursamayacak kadar kalın çizgiler çiziyor. Sonuç olarak “ayrım gözetmeden, orantısız kuvvet kullanarak uluslararası insancıl hukuku alenen ihlal etmek, sivillere ve sivil nesnelere kasten düzenlenen ölümcül saldırılar düzenlemek” ile suçlanan İsrail, Lübnan’dan isteklerini gerçekleştiremeden yani bir anlamda savaşını kazanamadan ayrıldı. Hizbullah’ın ve İsrail’in kazandıklarını iddia ettikleri “savaş” henüz bitmedi. Suriye’nin ve İran’ın takınacağı tavır bölgede belirleyici olacak. Bu iki ülkenin ortağı olmadığı bir barış, İsrail’in de Lübnan’ın da sürekliliğini koruyamayacakları bir barış olacaktır. Tabii bölgede kalıcı bir barıştan bahsetmek için çok erken, bölge ABD’nin ve direnenlerin çatışma sahası olmaya devam edecek gibi görünüyor.

2 Comments:

Blogger Alperen Myung said...

Erdemim,

Walter Benjamin "Tarih Üzerine Tezler" inin bir yerinde "artık istisna kural haline gelmiştir!" demiş... (-miş kipinde söyledim ben de bu adamı alıntılardan tanıdım)

Yani kriz diyorsak... istisnai bir durumdur... ama ortadoğu'da istisna bir kural olmuştur.

Yalnız ortadoğuda mı? bu Benjamin'e göre her yerde bir gün işleyecek olandır.

Türkiye'de ilan edilen bir resmi "olağanüstü hal" 20 yıl sürdü... buna istisna denmez... İstanın kural haline gelişi ve istisnayı bir yönetim paradigması olarak kullanıp bizi yönetmeleri denir. (buna o yörede farklı bir hukuk uygulamak da denebilir)

ABD Bush Doktriniyle "Terörizme karşı kalıcı olağanüstü hal" ilan etti... bir "olağanüstü hal ve kalıcılık- daimilik" bir arada düşünüldüğünde ilk bakışta komik gibi görünse de aslında çok acı bir haldir.
-----------
Schmidt'in sözü burada yerindedir:
Kuralı koyan İstisnasıdır
Egemen olan İstisnaya karar verendir.
------------

hepsi ve daha fazlası için bkz: Giorgio Agamben, İstisna Hali

(Uluslararası Hukuk kürsümüzde kimse bu adamı pek bilmiyor.dil açısından yer yer çok felsefileşiyor. heidegger'den bizzat ders almış son hümanist son aydınlanmacı... bu kitabı şöyle bir karıştırırsan üstüne bir de Schmidt "Siyasal İlahiyat" okursan yaz dönüşü uluslararası hukuk konulu çoook derin bir yazı yazarsın. önerdiğim kitaplar ebad olarak ince ama çok derin sınıfındandır... şiddetle tavsiye ettim. İyi çalışmalar)

9:47 ÖS  
Blogger Alperen Myung said...

Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

9:47 ÖS  

Yorum Gönder

<< Home