Perşembe, Aralık 14, 2006

"Falan filan" olmak ve "Gayet Mülkiye" olmak arasında Mülkiye [Popüler Kültür'de Anlam Endüstrisi ve Mülkiye]

Bir Dönem Modası Olarak Popüler Kültür Eleştirisi

Radikal 2 Gençlerden sayfasında 2004 yılında ardarda yazı yayınlatma şansı yakaladım. O sıralar entelektüel modası: "popüler kültür eleştirisi"ydi. Can Dündar Milliyet için yalnızca bu türden yazılara yer veren "Popüler Kültür" ekini çıkartıyor, zagalardan gaglara, ekşi sözlük benzeri siteler de-eleştirilen televolenin kendisinde bile- hemen her yerde bu entelektüel modanın rüzgarları esiyordu.

Paranoyamıza hizmet etmediği günlerde, popüler kültür analizi bir özgürleşme aracıydı. Kimi ve neyi, neden ve kimden özgürleştiriyordu? Eşitsiz bir enformasyon (kasıtlı yanlı ve çarpıtılan bilim yaratmayan, sistemsiz "bilgi") bombardımanı altındayken, bu enformasyonun boşluğunu, başarısız söylemi alaşağı ediyor ve insanlara didaktik bir hakikat gösterisi yapmadan, onlara kendi hakikatlerini kurmaları için boş alan açıyordu. Ve sağladığı imkan ile popüler kültürü konuşurken siyaseti, resmi tarihi, resmi ideolojiyi, resmi ve resmi olduğu için doğru olmak zorunda olan her şeyi eleştirebiliyorduk. Beyaz Türk- Siyah Türk diyerek, Kürt Sorununa- Gelir Eşitsizliğine-(simmel'yen bir tabirle) Moda ve Statü savaşlarının hepsine birden değiniyorduk. "Türkün Aklı" "Türksün di mi?" mottolarıyla yazılan sözümona övücü ve sevimli mizah kitapları ve karikatür derlemeleri bir milli kimlik ve toplumsal gerçeklerin uçurumuna dair en ciddi eleştirileri (kautsky'nin o meşhur deyimiyle) uçağın içinden yaptılar Bu popüler kültür eleştirisiyle kınından çıkardığımız- ki o zamanlara kadar bütünüyle bir toplumu ve kültürü özgürce düşünmek bölücü yaftası yemek için yeterliydi- ve paslanmaya yüz tutmuş sosyolojik imgelemimiz yavaş yavaş ışıldamaya başlarken, bir anda bu ideoloji eleştirisinin ışıkları söndü.

Işıkların söndüğü gün Derya Tuna'nın vurulmasından sonra toplanan MGK'nın kararlarını açıkladığı gündü: tek suçlu bu tele-vole kültürü... MGK gibi gücünün kadir-i mutlak (her şeye yeterli) olduğunu düşündüğümüz bir güç tele-vole karşısında göreli güçsüzlüğünü ilan etti. Topu tele-voleye atmak bu olaydan sonra sık başvurulan bir hile oldu. Resmi İdeoloji popüler kültür eleştirisinin gücünü arkasına aldı ve bundan sonra tüm süreçler apaçık görüneni "basının uydurması" diyerek gizlemek için işledi.

Bu MGK toplantısından sonra Popüler Kültür Eleştirisi, bize gerçekleri göstermek yerine paranoyamıza hizmet etmeye ve olayları kapamamıza başladı. Cemaati, Cübbeli Hoca'sının Malta tatili görüntülerine "külliyen fotomontaj" dedi, Şemdinli Olayları Roj Tv provokasyonu olarak tanıtıldı ve Kürt sorunu için elimizden gelen en büyük ve "en sosyal çözüm" Roj TV uydu sinyallerine parazit atılmasıydı. Yıpratılmak istenen bakanlara rasladık ama tele-vole kültürü yıpratmak istediği için o bakanlar yerlerinde kaldılar. Başbakan bir çiftçiye kameraların önünde: "ananı da al git ulan!" dedi ama olay bir tele-vole provokasyonu "külliyen mizansen" olarak değerlendirildiği için kimsenin başı ağrımadı.

Popüler kültür eleştirisi ideolojik bir çarptırma gördüğü her yerde (amerikan esprilerindeki gibi) "ideoloji bu, aptal!" (that's ideology,stupid!) diyerek ideolojinin gizlendiği formlar ortaya çıkarmayı amaçladı. Türkiye'de resmi ideoloji her yerdekinden daha akıllı çıktı "televole bu, aptal!" "provakasyon bu, aptal!" "mizansen bu,aptal!" "karalama bu, aptal!" diyerek kusurlarını gizleyip kendisini restore etti. Susurluk ile başlayan bir (Metin Üstündağ deyimiyle) Kamyon Rönesansı, Çiller'in "devlet için kurşun atan da ..." sözüyle ters tepip bu olaya adıyla karışan hemen herkesi sonraki seçimlerde halkın omuzlarında meclise taşınması gibi bir hazin sonla bitti, Kurtlar Vadisiyle hipergerçek kahramanlara adaklar adayan bir topluma dönüştük. Kendini mesih ilan edip papa vuran bir adamı "hesap hatasıyla" dışarı salıverdiğimiz gün, "Milli Mesihimizi" Türk bayrağı açarak, alkışlarla hapishaneden çıkardık. Yanlış hesap Bağdattan dönmeseydi "kazara" gelecek seçimlerde milletvekili de olabilirdi. Son sözüm bu entelektüel modanın, Susurluk Kamyon Rönesansı ile aynı sonu paylaşmaması dileğim ve "özgürleşmek isteyen zihinlerin" yeni dalga ve daha etkin silahlar bulması umudumdur. Ergo (Öyleyse) Matrix Reloaded.

"Mülkiye bu, Aptal!"

İşte popüler kültür eleştirisinin daha darbe yemediği en canlı zamanlarında, BBG'lerin ve Popstarların sosyologlara labaratuar olduğu ve sonuçlarla yalnızca kamera önünde içeri tıkılanların değil, dışarda tıkılı kalan popüler tüketicilerini veya tüketmeyicilerini de analiz edebileceğini keşfettiği zamanlarda şöyle sorular alıyordum: "Popstar Barış da Mülkiyeliymiş bu konuda bir yazı yazmayacak mısın?" Ben Barış olayını tüm diğer Mülkiyeliler gibi sürece bırakıp sonucu bekleyerek yer yer de endişeli gözlerle izliyordum. Mülkiyelilerin cep telefonlarından oy atarak Barışı destekleri mitini bir kenara atıyorum. Aslında bu böyle olmadı. Barış'ı keşfeden öğrenci işleri panosuna: "okulumuz bilmemkaç nolu öğrencisi Barış .... Popstar'da yarışmaktadır". duyusunu asmasıyla o sancılı süreç başladı. Mülkiyeli televole muhabiri, Mülkiyeli Manken, Mülkiyeli Talk Showcu gibi gelecek ürünleri düşünüp düşünüp tedirgin olduk. Mülkiye popüler-kültür ile ilk sıcak temasını yaşadı ve bu sıcak temas yabancı basının bile ilgisini çekerek tek bir mülkiyeli herhangi bir yerde Barış için kalem oynatmadı- mülkiyeliler entry girmişlerse özür dilemeye hazırım. Barış'a güvenmemiz (ki sonra bunun sebebini de anlatacağım) bir yana, popüler kültürün iğretiler toplamının bir parçası olma korkusu bir yana, popüler kültür haklı haksız korkularımız bir yana mülkiye ruhuna tersti. Mülkiye popüler kültüre değil akademik camiaya ve bürokratik elite adam yetiştiriyordu. Her ne kadar bugünlerde "idealist akademisyenler ve siyasal meselelere kafa yoran entelektüeller yetiştirmekten vazgeçelim, bürokratlar ve özel sektör profesyonelleri yetiştirelim." "bunlar entel-dantel dersler, bize kpss'de ve iş sınavlarında yaramıyorlar", "siyaset bilimi derslerini diğer bölümlerden kaldıralım" "işletme bölümünü işletme teknik yüksek okuluna dönüştürelim", "siyaset bilimi ve kamu yönetimi adı altında bir Kamu Hukuku meslek yüksekokulu okutalım" türü (askeri tabirle) stratejiye (efemine tabirle) vizyona kafa karışıklıkları yaşanıyorsa da okulun amacının Popstar yetiştirmek olmadığı açıktı. Bizim zaten her Aziz Köklü Salonu ve playback Mülkiye Marşı temalı inek bayramını "One Man Show"a çeviren çok atletik bir Popstarımız varken ikincisine ihtiyacımız yoktu. (Onun icraatlarına da yazımın ilerleyen bölümlerinde yer vereceğim)

Hani Baudrillard popüler kültürde şeylerin anlam yükünden bağımsız ilk ortaya çıktıkları an (ki bu tam da ne olduğunu anlamadığımız iki mor nesnenin vadaa dediği ve bu reklamdan hiç bir şey anlamadığımız ilk günlerdir.) ve toplumsal bellekte hiç bir kalıntı bırakmadan silindikleri son an için iki önemli an der ya... Öğrenci işleri panosunda büyük puntolarda Barış ilanını gördüğümüz an bir ortaya çıkış anıdır. Bu kuşkusuz... Ama ya silindiği an... Bu hazin hatırayla yüzleşmemiz lazım. O sahneyi tespit etmem istense "Mülkiye, Mülkiye" diye tempo tutanlar karşısında Barış'ın durakladığı andır. Onun öncesinde Barış'ın "Siyasal Bilgiler Fakültesi mi? Siyasal Bilimler Fakültesi mi?" diye kameralar önünde kafa karışıklığı yaşadığı an bile bir şey değildir. Ankara Üniversitesi Rektörü Nusret Aras da aynı kafa karışıklığını yaşar. İnek Bayramlarında Mülkiye dememek için taklalar atar ve o "Sevgili Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrencileri" dedikçe bir topluluk da içinden "Mülkiye bu, Aptalll!" der. Barış'a o an bir Nişantaşı-Etiler veya Caddebostan Cadde-i Bağdat ortak tabiriyle "kal gelmiştir"... Haldun Dormen bir kültür adamı olarak Barış'a müdahele eder ve "bak! Mülkiye bu, Aptal! Okul arkadaşların gelmiş sana tezahürat yapıyorlar" o an belki de bir tarihi kazadan döndük. Söylemesi gereken sözü ben Barış'a söyletiyorum "Mülkiye mi? Cebeci'de çok basket maçlarına gittim.Nasıl gidiyor ligde durumu? Hakkaten çok merak etmişimdir: Neden bizim fakültenin basketbol takımına Mülkiye diyoruz?"

Bu soruya karşı çok şükür Can Dündar yapımlı bir belgeselimiz ve İnek bayramlarında playbackten okunan bir marşımız var. Bunlar da olmasa cemaat hazinemizden popüler kültüre ne kalacak ?

Fakülte basketbol takımımızın adı neden Mülkiye?

Elbette Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi demek yorucu geldiği için değil. Bunu her İnek Bayramı Kürsüsünde sıkılmadan zevkle söyleyen rektörlerimiz oldu. Kelimenin kökeni üzerine bir tarihsel analiz yapmam da gereksiz. Sadece şunu söylemek istiyorum: Mülkiyelilik bir aidiyettir, bir topluluğu, o topluluğun kimliğini, o topluluğun geçmişini, o topluluğun geçmişinden bugüne yarattığı değerleri ve bu değerler etrafında hareketlerini ifade eder veya hiç bir şey ifade etmez. Biz hareket etmedikçe, kendimizi, varoluş imkanlarımız ve nedenlerimizi sorgulayıp, amaçlarımızı yeniden belirlemedikçe hiç bir şey ifade etmeyen bir "boşgösterendir" mülkiyelilik kavramı. Ve mülkiyelilik mülkiyeli cemaate aidiyet hissiyle ve değerlerine bağlılık üzerinden kurulur. Her cemaat dili gibi mülkiyelilik de kendi içinden kendi diliyle kavranabilecek bir şeydir. Ve mülkiyelilik elbette ki kuşaklarla değişmektedir "kasvetli koridora, siyah beyaz fotoğraflı, zamanın uğramadığı ve hiç bir şeyi değiştirmediği müze koridoruna" bakmak bu değişimi anlamak için yeterlidir. Resimler, yüzler, dönem modası değiştiği gibi cemaatin siyasal eğilimleri de değişmekte ve şekillenmektedir. Altın 68 Kuşağı mitine göre her siyasal görüşten kilit yerlere gelmiş bir mülkiyeli bulunabilir ve mülkiyelilik bu görüşlerden hiç birine eşitlenemez ve hiç kimse dışarıda bırakılamaz. Ben her ne kadar onu ÖTEKİ olarak görsem de İ.Melih Gökçek ile aynı cemaattenim, bunu öğrendiğimde inanmak istemedim ama ispatladıklarında yapacak hiç bir şeyim yoktu. Acı gerçeklerle karşılaşmamak için ürettiğimiz ve hareket ettiğimiz değerleri kendi adımıza kendi tarafımızdan tek yönlü yorumlamamalı ve çeşitliliğimizi (bazen hoşgörü sınırlarımız zorlanabilir ama) tek sesli olmayışımızı da akılda tutmalıyız.

Mülkiye mezunları arasından bir ortak özelliği çekerek, sonsuz sayıda kümeleme yapabiliriz ve üstüne "işte budur mülkiyelilik" diyebiliriz. "İşte budur mülkiyelilik" Mehmet Ağar ve Abdullah Öcalan yanyana... Mülkiyelilik adına en iğrendirici iki şeyi çekip yanyana koydum. Bunu yaparken amacım kesinlikle mide bulandırmak değildir. Mülkiyeyi tektipte adam yaratan, insan kaynakları piyasasının talebine göre formasyon veren ve iş hayatına salan bir okula dönüştürme fikri de aynı şekilde iğrençtir. Sadece bunu vurgulamak istiyorum.

Özetle ister Mülkiye, ister "Ankara Üniversite Siyasal Bilgiler Fakültesi Mezunları ve Öğrencilerine verilen ve anılması yasaklı isim" adına konuşalım, hangi ad üzerinden konuştuğumuzdan daha önemli olan şey anlam yaratım faaliyetimizdir.

Bir Anlam Endüstrisi Olarak Popüler Kültür

İdeoloji ve Popüler Kültür daha ne oldukları tüm çıplaklığıyla konuşulup kavranmadan: iyidir, kötüdür, Marks kötü anlamda kullanmış demek ki kötüdür, Ancak işe yarıyorsa iyi olabilir, Şimdiye kadar işe yaramadı demek ki kötüdür, türü fikir yürütmelerin döndüğü bir alandır.

Tanımlarken de "ideoloji yanlış bilinçtir demiş metinler, demek ki kötüdür." "Popüler kültür hakim sınıfın ideolojik çıkarlarının dayatıldığı bir alandır" ve bu iş bitmiştir yani ikisi de kötüdür. Selametimiz açısından alınacak tavır bu lanetlilerden uzak durmaktır.

İdeoloji kelime anlamıyla düşünce bilgisidir. Herkesin bir düşüncesi, dünya görüşü (tüm sistemsizliklerine ve tutarsızlıklarına rağmen) vardır. "Resmi İdeoloji" denen şey sağladığı dünyaya bakış imkanları ve imkansızlıklarıyla düşünülmelidir. İmkansızlık kadar imkana da vurgu yapılmalı!!!! Resmi İdeoloji eleştirisinde de karşı bir ideolojiin imkanlarıyla düşündüğümüzü gözden kaçırmamalıyız.

Popüler kültür de popülerin (o çok özendiğimiz Latin Amerika Devrimcilerinin ve Yükselen Latin Amerika Solunun deyimiyle populares'in) halkın kültürüdür. Ne ölçüde halkın oluşturduğu veya halkın edilgen tüketiciler olduğu tartışmalı da olsa asla ve asla (en büyük şekillendiricisi olsa bile) hakim sınıf düşüncesine eşitlenemez.

Cem Eroğul, Marksist literatürden ilk Türkçeye çevirisini yaptığında bir nesil sınıf bilinci kazanmadı. Ama bir nesil sınıf savaşı denen şeyden Cem Karaca'nın "Tamirci Çırağı" şarkısıyla haberdar oldu ve sınıf bilinci denen şeyi kazanması için "işçisin sen işçi kal" sözünü bir şarkı içinde yüzlerce kez tekrar etmesi gerekti ve bu eylemini bir İşçi Bayramı mitinginde değil, grevde değil popüler kültür eğlencelerinin tam göbeğinde yaptı. Elbette bu da dilin kısıtlılıkları içinde erişen bir mesajdı. "Ülkemizde Memur Sınıfının Sorunları" türü ifadeler bugün de dolaşıyor, "Banka ve Sigorta İşçileri Sendikaları" bir yandan işçi olmak sadece "ayın birinde" maaşı bankamatikten almak gibi bir unsurla da anlaşılabiliyor.(Buna yapılacak itirazlara karşı "işçi falan filan" ve "gayet işçi" türü iki popüler-ontolojik kavramla karşılık verebilirim. Az Sonra...)

Popüler Kültür bir anlamsızlık değil anlamı yeniden üreten, kitlelere dağıtan ve anlam endüstrisidir. Anlam savaşları popüler kültürün tarihidir. Popüler Kültür, Levent Kırca'dır, Ferhan Şensoy'dur, Cem Karaca'dır, Ahmet Kaya'dır, İsmet Özel'dir, Nazım Hikmet'tir. Aynı zamanda medya tekellerinin pompaladığı televolelerdir, magazinel bilme, görme biçimleridir. Popüler kültür hiç bir parçasına eşitlenemeyecek kadar bir zenginlik taşır.

!!!!!!Asıl korkulması gereken anlam üretimine girilmediği anlamlar piyasadan kaldırılıp yeniden piyasaya sürülmediği ve anlamın bir şey üretmeden sermayeden yediği anlardır. Ben bu anlamsal olarak bir şeylerin içinin boşalmasının, popüler kültürde yetersiz anlam üretiminin iki tehlikesi üzerinde durmak istiyorum

"Anlam Falan Filan" ve "Gayet Anlam"
Popüler Kültür Ontolojisinin Krizleri

Şeyler dünyaya anlamlarıyla gelmez onlara anlamlarını biz atfeder biz onlardan bir şeyler anlar ve anlamlarını üzerine yapıştırırız.

"Anlam falan filan"la ilk karşılaşmam mülkiyede bir derste soru sormak isteyen arkadaşımın sayesinde oldu. "Fransız Devrimi ilkeleri Özgürlük, Eşitlik falan filan..." Bu söz daha sonra bir sitcom karakteri tarafından "oha filan" "öh filan" "yuh filan" şeklinde kullanıldı ve Cadde dilini yeniden popüler kültür alanında üretti.

"Gayet anlam" ise geçenlerde Bağdat Caddesinde bir yürüyüşümde o gün içerisinde tesadüfen üç kez duyduğum, bana sorarsanız yeni bir dilsel yapıdır. "Benim annem gayet kafadır""Benim kedim gayet kedidir" "Hiç de bile Tekel birası gayet biradır"

Doğru kullanımları bir yana ben bu "dil devriminin" felsefeye yansımasını göstermek istiyorum

Bu iki durum bir üretimsizliğin iki ucudur. Anlam üretiminin bitirildiği anda gayet anlamlar ve anlam falan filan'lar ortaya çıkarlar. Doğada gayet varlıklar veya varlık falan filanlar yoktur, sosyal evrende de aynen öyle. Ama bu dilsel çözülüş ve anlam üretmeden anlamları buzluktan çıkarıp defalarca kullanma hali gayet bizleri veya biz falan filanları yaratır. Anlam üretmeden var kalmak istiyorsak "gayet biz" oluruz, kendimizi tanımlayıp anlatamıyorsak tüm çabalarımıza rağmen popüler kültürün anlam oyunlarında başarılı olamıyorsak "biz,onlar, falan filan" oluruz. ikisi de aynı yetersizliğin iki farklı göstergesidir. "Gayet biziz" derken başkalarınca "siz,onlar,falan filan" diye tanımlanabiliriz. "Gayet biz" sayılmak da amaç olmamalıdır, çünkü bizi biz yapan ne varsa dereceleri olmayan, sadece biz olarak anlaşılmamız ve kendimizi dünyaya öyle tanıtmamızdır.

"Mülkiye falan filan" ve "Gayet Mülkiyeli"

Anlam üretmeden toplumsal hafızamızın buzluğundaki eski mülkiyelilik biçimlerine göndermede bulunarak hayatta kalmayı seçenlerin tercihi Gayet Mülkiyeliktir. Gayet Mülkiyelinin değerleri nelerdir?

anlam üretmeyen veya mesajını yeterince ulaştırmayanların referansta bulundukları şeylerden örnek verelim:

Celal Göle, Orta Kantin, Çimler, İnek Parti, falan filan
Çaycı Sulhi, İnek Heykeli, falan filan
Bürokrasi, KPSS İş Sınavları, falan filan
Siyaset, Siyasi Tarih, Sosyoloji, falan filan
Uluslararası İlişkiler, Türk Dış Politikası, falan filan
-----

işte bu falan filanlar'la tanımlanan mülkiyeden "kendisine yakışanı" seçip beğenip aldığımız sürece mülkiyeden onu anlayan "gayet mülkiyelileriz".

Bu falan filan'ı mülkiyelilik sorunlarına uygulamayı aklıma getiren "ODTÜ, Mülkiye falan filan da komünist yetiştiriyor onları kapatalım" diyerek Mülkiye'ye iltifatların en büyüğünde bulunan milletvekiline teşekkür etmek istiyorum.

Gösteri Toplumunda
Bir Mülkiye Gösterisi
"One Man Show" olarak
Protokollü İnek Bayramı

Pek çok mülkiyelinin tersine ben 2006'da ertelenen, protokollü ve Aziz Köklü ritüelli yapılmayan bir inek bayramını bir talihsizlik olarak değil öğrenciler ve okul yönetimi adına tarihi bir fırsat olarak görüyorum. Geleneğin bu şekilde biçimlendirilişi gereksiz yere uzamış bir samimiyetsizlikti. İnek Bayramı bir program dahilinde taa 9:30'da hiç de adil olmayan ve neye göre düzenlendiği anlaşılmayan bir konuşma sırasıyla Aziz Köklü'de protokol konuşmalarıyla, her protokol konuşmasının ruhundaki bir vazifeyi ifa etmek için yapıldığı anlaşılan havayla yürüyor sonra bir "hadi gevşeme zamanı" geliyor ve gösterinin en sempati çeken kısımları başlıyordu.

Bu One Man Show kısmını icra eden okul yöneticisi senede bir gün anchorman'lik özlemlerini tatmin ediyordu. Show'da yer yer icraatın içinden havaları (kaç bilgisayar alındı bilmem ne edildi) yer yer entelektüel ve kültürel analizler ( Bu İnek Bayramı Doğunun ve Batının bir sentezidir. Dua ve Fermanlar doğu yanını, Konser ve Etkinlikler batı yanını temsil etmektedir) ile devam eden konuşmalarkısa kes aydın havası olsun bakışları geldiği zaman her zamanki möööcüklerim ile başlayıp süren konuşma metni girerdi. Ve sınav zamanının geldiği müjde edilirdi.

İnek Bayramı, mülkiyenin, popüler kültüre ve medya alemine en büyük ihracatı haline getirilmişti. Gösterinin süslü püslülüğü bir reklam, bir pazarlama aracıydı. Ama sonrasında ön plana çıkartılanlar sadece ama sadece inekli bir yürüyüşü olan bir kampüs şenliğiydi. Yaz şenliğiydi. Ama içi ne kadar doluydu ve gerçek inek bayramı bu muydu? Celal Göle'ce de ifade edildiği üzere İnek Bayramının asıl özü bir hiciv bayramı olması ise, dönüştürmeyen eleştiri, harekete geçirmeyen, teşhis koymayan, insanları etrafına toplamayan bir akıl ürünü neye yarar.

Sonrasında televizyon kameraları canlı yayın araçları ve ünlü konuklar.... Bu ünlü konuklara ve kameralara kütüphanemizi gezdirebiliyor muyuz? Okul içinde "çöp atmayın" yazılı kovaların mantığını anlatabiliyormuyuz? (O kovanın altı yıldır var olduğunu biliyorum kimse kimseyi kandırmasın. Belki de o kova bu okulda benden de eskidir.) Turistik ve göstermelik mülkiyede getirdiğimiz konukları, basın elemanlarını siyah beyaz resimli kasvetli koridorda dekanlık katında örnek sınıflarda gezdiriyoruz ve onlar da köşelerine mülkiyeden izlenimler karalıyorlar....

Bu bir gösteri toplumu ürünü değil mi? Bu gösterinin biz de her defasında parçaları olmuyor muyuz? Gösterdiğimiz mülkiyede mi yaşıyoruz? Gösterdiğimiz mülkiye aşırı yüklü bir yağmur anında orta kantininden su almaya başlıyorsa evet.

Bu one man show içerisinde rutinleşmiş halini eleştirsem de Celal Göle "gayet mülkiyeli" olduğundan şüphem yoktur. Bilgisayarlar, İnternet falan filan konusunda "gayet dekandır".
Okulun gayet eksikliklerini gayet hızlı bir şekilde giderirken mülkiyelinin tarihi sorumluluğu, mülkiye kimliği, mülkiye geleneği falan filan güme gitmektedir.

2006'da, "öğrenci yönetim elele" daha iyiye gittiği Filli boya tozpembesi bir yanılsamadan uyanarak, yönetime rağmen öğrenciler "sen olmasan da yaşatırım ben bu aşkı" diyerek okul bir İnek Bayramı kutladı. Sade, gösterişsiz ama her zamankinden farklı olduğu, protokol sıralarından ve adet yerini bulsun konuşmalarından kurtulmuş, izin verilen sınırlı eleştirinin değil gerçek eleştirinin hakim olduğu bir İnek Bayramı yaşandı. Bundan sonra protokol sırasını ve Aziz Köklü Salonunu terkedilecek, hocalarımız ve asistanlarıyla ferman okunurken gönüllerimizdeki yerinde protokol sıralarında değil, bizim aramızda yerini alacak. Benim umudum bundan sonra böyle inek bayramları görmek.

Adettendir ya
Sonuç falan filan

Bir geleneğin ve sağlam değerler üreterek kendisini ortaya koymuş bir mülkiyeliliğin "kimliksizleşmesi" bana iyimser ifadeler gibi geliyor. Mülkiyelilik yeni ellerde şekillendirilendirilirken "Gayet Mülkiyeli" bir kimlik yaratılıyor ve "içinde yalnızca mülkiye ruhu olmayan bir mülkiye"ye doğru adım adım gidiyoruz. Maalesef ruhu yok... Binlerce falan filan var.

İnek Parti eleştirilerinde göze çarpan "Devrimci Gelenek" sözünde devrimin ve geleneğin bir aradalığı çelişki midir? Dünyanın neresinde bu sözü etseniz, bir tarafta geleneği devirmeye gelen devrimciyi, bir tarafta geleneği ve ikisinin biraradalığının çelişkilerini düşünür ve kişilik bölünmesi yaşayan şizofrenler veya devrimcilik oynamayı alışkanlık edinmiş bir grup çocuktan bahsedildiğini zanneder. Mülkiye içinden, mülkiye dilinden bakıldığında bu mülkiye gerçeğinin ta kendisidir. Devrimi gelenek, geleneği devrim olmak mülkiyenin asıl dinamiğidir. Mülkiye kendi oluşuna kendi anlamlarını üretme mücadelesinde bu samimiyetsiz gösterilerle değil tarihi ve değerleriyle , yetiştirdiği düşünürleri ve düşünceleriyle ayakta kalacaktır.

Özetle ister Mülkiye, ister "Ankara Üniversite Siyasal Bilgiler Fakültesi Mezunları ve Öğrencilerine verilen ve anılması yasaklı isim" adına konuşalım, hangi ad üzerinden konuştuğumuzdan daha önemli olan şey anlam yaratım faaliyetimizdir.

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home