Çarşamba, Ocak 31, 2007

Hrant Dink Suikastı, Baskın Oran ile Liberal Sol'un İmkanı ve 301 üzerine

Özür diliyorum

Bir şeyleri söze döktüğünüzde onun, sizin söze döktüğünüz anda ve karşınızdaki anlamaya çalışırken yoğunluğu farklı yüzeylerden geçen ışık gibi kırıldığı iki kez kırılmaya uğradığını görürsünüz. Belki bunun verdiği çekinme hislerinden o yüce anlam'a olan borcumuzdan, hissettiklerimize olan borcumuzdan bir şeyleri başkasına okutmasak bile yazamayız. Hakim konuma gelmiş bir düşünceyle ters düşmek, yanlış anlaşılmak, hiç anlaşılmamak ve hapisle cezalandırmak bile bazen hayatın ve insanlığın anlamına verdiğiniz değerden ve bundan doğan çekincelerden daha üstün gelir. Ben bir yıldır bana en sert vuran ve kesiğini en derinde atan şeyleri seslendirmedim. Bu sebeple önce özür diliyorum: bu zamana kadar kendimi susturduğum için kendimden, bundan sonra o yüce anlamı basitleştirmek pahasına yazacağım için gerçekten değerli ve anlamlı ne kadar şey varsa onlardan... Beni affetmeyin.


68 Fransasında "Hepimiz Alman Yahudisiyiz" sözüyle başlayan "ötekine uzanan elimizi" en güzel ifade eden Turgut Tarhanlı'nın Radikal'de 11.10.2006 da yayınlanan "ufkun ötesindeki yeni toplum" yazısı olmuştur. Bu enfes yazıyı özellikle tavsiye ediyorum

İlk Bölüm: "Sözde Hrant Dink Suikastı"

Hakim ve egemen durumda olunca neyi seslendirirseniz seslendirin, yaşamaya değecek her şeyin anlamlarının içini boşaltabilir, onları aklınızca yeniden kurabilir ve kendi kuracağınız o yüce hakikatten- hakikat rejiminden- dışlayabilirsiniz. O andan itibaren hakikat sizin dünyanızdır. Benim gibi bir yazıya başlarken "yanlış anlayacaklardan ve huzursuz olacaklardan değil" kendinizden ve sizi siz yapan ideallerinizden özür dileme gibi bir kaygınız olmaz.

Kıbrıs sorunu, Kıta Sahanlığı ve Karasuları Sorunu, PKK veya Güneydoğu sorunu gibi ifadeler bir normaller ve hakikatler rejimi ilan edip kendisini normalinin, kendi evreninin merkezine yerleştirmiş bir zihnin, ötekileri kendine tabii kılıp çekip çevirme projesinin, sorunlaştırıp aklı sıra sorun çözmek üzere operasyonelleştirdiği gerçek parçalarıdır. Ben-merkezli halimizden çıkıp sorunun ötekinin ve dünyanın gözünden "Türk Sorunu" olacağını ve bizim tanımladığımız diğer tüm sorunların bu büyük benmerkezci hastalığın yan etkileri olduğunu düşünmez miyiz? Gerçeği kendisinin dışında ve öznel bakabilmesi gereken olgunlukta kişiler iken egemenler ve hakim durumdakiler her durumda kendilerine batmayan gerçeklerden bir hakikatler karması oluşturup oyunu kendi sahalarında kendi kurallarıyla oynarlar.

Sorun bir "Türk Sorunudur". Varoluşunu başkasını problem etmek, farklılık ve çeşitlilikleri "sorun etmek" üzerine kurmuş bir zihnin örgütlü üniformalı ve bürokratik "hezeyanlarıdır".Ancak bu durumda zirvedeki bir paranoya, kendisinden farklı her kim varsa onu "hezeyana" düşürebilir veya bu sözü edemiyorsa, kendi çizgisinde yeniden karşı tarafa boyun eğdireceğini sanıyorsa "talihsizlik"le yaftalar. Oysa talihsizlik veya talih nedir? Zaten olacağını çok önceden suikaste uğrayacağını bildiğimiz bir kimsenin "düşünce özgürlüğüne" kamuoyunun vicdanına kurban verilmesinden başka...

"Benden bir ruhsuz yaratmayı nasıl becerdiniz? Benden bir uyumsuz yaratmayı nasıl becerdiniz?" Merhum Yavuz Çetin'in dizeleriyle böyle zorla zorla uyumsuzlar yaratan ve onları kendisine düşman eden bir mekanizmadır bu... Bu dizeleri yazıp boğaz köprüsünden atlayan birinde "problem" ve "sorun" arar: maddi sorunları, duygusal ilişkileri, uyuşturucu... Kendinde bir kusur aramaz. Her zaman görmek istediğini görür. Kendi edip kendi bulduğunda bile tüm dünya ona karşı bir komplo halindedir. Hiç bir zaman penisinin bir vajinadan içeri girmesiyle, kesilmeyeceğini, kopmayacağını ve bir parçasının içeride kalmayacağını bilse de böyle bir şeydir bir ülkenin bölünme/parçalanma korkusu ve zinde güçlerden gerekli gereksiz tehdit algılamaları... İşte bu psikolojik sendromun adını Baskın Oran "Sevr Paranoyası" diye koymuştu. Bir trafik kazasından veya ameliyattan sonra bir anda kendine gelen Türk Erkeğinin penisim duruyor mu, diğerlerinin kafam yerinde mi diye kontrol etmesine kadar (Yurtdışında hastanelerde çalışanlar buna defalarca tanık olmuşlar ki bu haber gazetelere düştü) üzerimize sinmiştir. Hasta olmaktan korkup hastalık hastası olmak gibi bir şeydir bu... Hastalıklar arasında, bir tek "hastalık hastalığı" ilk başladığı anda tüm hücrelere sirayet edendir. Hastalık hastalığından ve onun bir bütün olarak ait olduğu vazgeçmediğimiz sürece

Bir kültürün önce adını anmayı yasaklayıp sonra hakikatler alemimizde "Kar Türkü" haline getirmedik mi? Ermenilere dair nelerden bahsediyorsak, türkülerine, mutfaklarına, mimari işçiliklerine ve soykırımlarına dair her şeyin başına bir tırnak işareti ve bir de "sözde" ifadesi gelmiyor mu? "Eski devlet bakanı" diyince "devletin eskisi olmaz, o bakanın eskisidir" diye alınganlık gösterir TRT Türkçesi...Ama aynı duyarlılığı nedense "Ermeni Sözde Soykırımı" demeyerek göstermez. Bu basit yer değiştirmenin altında çok hınzır bir anlam vardır: Önemli olan Ermeni'lerin sözde oluşudur... Sözde olan Ermenilerdir... Katledilmeleri kimin umrunda!

Şimdi tekrar düşünelim: Sözde Hrant Dink suikastının sözde olmayan faili kimdir?

Baskın Oran ve Liberal Türk Solunun Tarihi İmkanı

Büyük hocanın ardından fikirlerine katılın veya katılmayın tüm öğrencilerinde "Bir Baskın Oran var ki benden içerüü" hali oluşur. Bir düşünürle aranızdaki entelektüel ilişkide, bu mesafenin her zaman farklı evreleri ve farklı dereceleri vardır. Bir verisini, bir anısını veya bir dizesini tanık gösterip onu yardıma çağırabilirsiniz. Onun dünyayı açıklarken kullandığı bir kilit kavramını siz de dünyayı açıklarken kullanabilir ve farklı boyutlara uygulayabilirsiniz. Bu mesafenin daha yakınlaşmış bir hali ona atıf vermeden tartışamaz hale gelmektir. Bir sonraki aşama en son aşamadır: Ona hiç atıf vermezsiniz. Artık düşünürle aranızdaki mesafeyi yokedecek kadar düşünceleri sizde içselleşmiştir.

Bunun farklı dereceleri Baskın Oran ve öğrencileri arasında yaşanmıştır. Baskın Oran artık başharfleriyle andığımız bir magnum opus, çağdaş bir Mülkiye klasiği, TDP'nin (Türk Dış Politikası) editörüdür. TDP 2001 yılı başlarında bitmiş, 11 Eylül yaşanmadan önceki dönemi "Türkiye açısından" özetleyip bitirmiştir. Kültür Bakanlığı fonları alması sizi yanıltmasın Baskın Oran'ın hakim görüşlere muhalefetinin bir çıkış noktası olarak okunabilir. Çıkış noktasıdır, bir ayağını hakim bakış açısından alır ama eleştirisinin sonunda muhalif bir bakış açısını kurmuştur.

Türk Dış Politikası Ranciér'ci tabirlerle anarsak siyasa ve siyasetin kesiştiği yüzeydir. Türk Dış Politikası, askeri-bürokratik elitin bazı stratejik belgelerde "devlet çıkarı" olarak ortaya konan şeyler doğrultusunda ürettiği uygulanması gereken bir "siyasa" değil... Tüm kararsızlıkları, daha en başından neyin devlet çıkarı olduğu konusunda elitin kendi içindeki uyuşmazlıkları ve bekaamıza doğrudan kast etmeyen ama toplumu derinden etkileyen dünya halleriyle birtmeyen ve her daim devam eden bir düşünme ve tartışma süreci olarak siyasettir. Kitabın çıkış noktası daha başlığından anladığımız üzere bir "siyasa"dır. Ama düşünce biçimiyle siyaset etmektedir ve bir siyaset halini göstermektedir. Kurumunun onda veri olarak kodladığı refleksleri değil, her durumu aklıyla düşünen, önce dünyada ne olup bittiğini anlamaya çalışan ve sonra bunu müzakere eden, bir kurum adamı değil kurumunu da değiştiren rasyonel bir devlet adamını zorunlu kılan bir eserdir. Siyasadan siyasete geçişin ve siyasanın sorgulanışının ayak sesleridir bunlar. Elbette bu tavır devlet hakikati dışında "vatan hainliği" yaftası yapıştırılmadan, düşünce suçu işlemeden, zülf-i yare dokunarak bir şeyleri tartışmak için bir alanı zorunlu kılar. Bu alan bir lütuf gibi "verilen" "bağışlanan" değil tam da söke söke alınan olmak zorundadır ki daha ilk varoluşunda ve ortaya çıkışında kimseye boyun borcu olmayan bir özgür düşünce özür dilemeksizin kendi yerini bulsun.

Sözü dönüp dolaştırdığım yerde işte Baskın Oran düşüncesinde gördüğüm o tarihi imkan ve imkanın ardında o imkansızlığı anlatmak istiyorum: Liberal Türk Solunun İmkanı.

Türkiye'de sol her zaman bir ölçüde Liberaldi ve Liberal değildi. Liberal dediğim terimin siyasal ve ekonomik olarak iki farklı anlamı bulunduğunun ben de bilincindeyim. Benim burada kast ettiğim birinci anlamdaki Liberalizm'dir. Çünkü bu ikisi Türkiye'de darbenin ilk yıllarındaki Turgut Özal'ın liberal politikalarında olduğu gibi hep bir arada bulunmaz. Bir zamanların Latin Amerika diktatörlerinin ekonomide liberal yanlarının yanında oldukça despotik bir hava ile demir yumrukla ülke yönettikleri tecrübeleri de bir yandan aklımızda bulunsun. Ekonomik liberalizm her zaman bir siyasal liberalizm, demokratik özgürlükler ve insan hakları getirmez... Bazen ekonomik liberalizmi sürdürmenin kendisi bir despotizm pahasına gerçekleşir.

Benim burada Liberal'den anladığım şey devlet merkezlilikten ve bu devlet çıkarı anlayışından kopuştur. İşte bu anlamda liberal Türk solunun akademik alanda sözcüsü Baskın Oran'dır diyebilirim. Devletin aygıtlarını devrimle veya seçimle ele geçirme ve onun üzerinden iktidarı sağlamlaştırma değil artık sivil toplumda var olma ve sivil toplum içindeki çeşitlilikleri bir ortakla birleştirme ama bu ortakla birleşirken alt kimliklerin de yok edilmemesi,kültürlerini geliştirme imkanları tanınması ve kimsenin alt kimliğinden ötürü aşağılanmamasıdır Baskın Oran'ın siyasetinde esas amaç olan... Ne olduğu ve nasıl olduğu fark eden, bir varlık ve varoluş sorunudur. Baskın Oran burada Türk'ün daha ismiyle Türkiyeli içindeki bir etnik grubun adı olduğunu ve bu türden bir inşanın daha başından bölücülüklerin en büyüğü olduğunu gösterir. Bir yandan arka planda kendi kurucu anlaşması Lozan'ın azınlık ve yurttaşların dil ve din özgürlükleri konusundaki hükümlerine uymayan bir ülkenin Türk Sorununun dibine battığını görürüz. O sıkça tekrarlanan ve bize başarıyla yutturulmuş çok meşhur "Lozan sadece gayr-i müslimleri azınlık saymıştır" teranesinin ardına bir de "Ama sadece gayr-i müslimlere değil, tüm Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına, dilsel ve dinsel azınlık durumunda olanlara, gayri müslimlere ve yabancılar dahil Türkiye'de yaşayan herkese bazı haklar getirmiştir" diye ekleyerek Lozan gerçeğinde olan ama hakikat rejiminin işine gelmediği için ifade edilmeyen ile bizleri başarıyla yüzleştirir. (TDP 1.Cildinin Lozan Bölümüne bakarak ve anlaşma metnini görerek emin olabilirsiniz) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ama gayr-i müslim olana Yargıtay yabancı diyor ve kurumsallaştırdığı bu yanlışı her önüne gelen davada tekrar uyguluyor. Azınlık demek eskiden bu yana daha düşük haklara sahip olmak, ikinci sınıf vatandaş olmak olarak anlaşılırken, Baskın Oran bize pozitif hakların ve pozitif ayrımcılığın kulağını çınlatarak, azınlığın kendisi olarak var kalması için pozitif haklar elde etmek durumunda olduğunu ve aslında ikinci sınıf vatandaş olmaması gerektiğini söylüyor.

Baskın Oran'ı, bir parçası olarak ele alabileceğimiz herhangi bir parti merkezi olmayan ve devlet dogmalarından kopuşu ifade eden harekete ben Liberal Türk Solu diyorum.

"Liberal'in anlamının her yerde ne kadar farklı anlamlara ve duruşlara karşılık geldiğinin ve bu terimin namusu kirletilmiş halinin bilincindeyim. Kusra bakmayın şimdilik daha uygun bir isim bulamıyorum. Belki Postmodern Türk Sol Dalgası da denebilir... kimbilir... Benim amacım bir söz ortaya atıyorsam içini doldurmak, hakkını vermek ve gerçekten ne dediğimi anlatmaktır. "

Liberal Türk Solu veya Postmodern Türk Sol Dalgası kendisini son on yılda siyasal alandan çok sanat yapıtlarında, toplumsal içerikli filmlerde,ve her zaman yabana atılsa da popüler kültür Türk sineması ve reklamcılığında kendini göstermiş ve aslında oradan doğmuştur.

İstanbul Kanatlarımın Altında: Bu hakikat rejimimizin ürettiği Türk Tarihine ilginç bir bakış açısı getirmiştir. 4.Murat'ın cinsel tercihininin homoseksüellik mi biseksüellik mi yoksa su katılmamış bir heteroseksüellik mi olduğu çok tartışılmıştır. Yalnızca bunun tartışılıyor hale gelmesi bile büyük bir değişimin yolunu açmıştır. Muhafazakar konumdakiler 4.Murat'ın Ana Britannica'ya bile geçmiş "genç ve parlak erkeklere ilgisi" ni kabul edip "homoseksüel demeyelim oğlancı daha doğru bir tabir" "oğlancılık homoseksüellik sayılmaz" diyerek oğlancı bir eşcinselliğin makbullüğü ve travestilik ve "ibneliğin" Türk toplumunun erkek kimliği için kabul edilemezliği tezine doğru kaymıştır. Padişahın marjinal bir halde resmedilişi (arkada at kuyruğu uzun saçlar) de bitmek tükenmek bilmez bir imajlar savaşının yolunu açmıştır.

Eşkiya: Bu film çekilmeseydi hiçbirimiz Kürt sözünü bugün bu kadar rahat anamayacaktık çocuklarımıza Baran gibi Kürtçede anlamlı isimler taktığımızda abuk bir kanuni soruşturmanın konusu olacaktık . Eşkiyayı ağasına ayaklanıp dağa çıkan mert bir insan olarak göremeyecek ve eşkiyayı TRT haberlerinde "ölü olarak ele geçirilen" örgüt adamlarından başka bir anlamda anlayamayacaktık. "Dağda eşkiya mı kaldı artık? Eşkiya şehirde" repliği filmin gerçekten o moda tabiriyle "koptuğu" ve hakikat rejiminin zincirlerinden kurtulma imkanı sağladığı yerdir. Susurluk Kazası öncesinde dağdaki eşkiyalara gözlerimizi çevirmişken ve Kürt işadamlarının hep aynı üçgen içinde "ölü ele geçirilmelerine" odaklanmıyorken bu mesajı pek anlayamazdık. Mesaj sonradan anlamını kazandı.

Can Dündar'ın Atatürk Konulu Belgeselleri: Liberal Türk Solu dalgasının en önemli özelliklerinden biri çoğunlukla kaleyi içten ele geçirmesidir. Can Dündar bizi en önemli tabumuzla, söz ona dayandığında susulan, bir dönemin Siyasi Partiler Kanununun Türkiyedeki her siyasi partinin düşüncelerine programında yer verme zorunluluğu getirdiği Atatürk ile yüzleştirmesidir. Can Dündar'ın Atatürk'ü hastalık günlerinde doktora sigarayı bırakmamak için yalan söyleyen , son arzusu enginar olan bir Atatürk'tür. Şahsi iktidarının doruğundayken bile aşkına sahip çıkamamış, kiminle evleneceğine kendisi karar veremediği gibi gönülsüzce evlendirilmiş, bir tarafta ülkenin kaderine hakim ve taviz vermez adam kendi hayatı söz konusu olduğunda muktedir olamamıştır. Atatürk bundan sonra da tartışmaların merkezinde olacaktır

Ahmet Altan'ın Atakürt yazısı: Ahmet Altan'ın Milliyet'ten ayrılma sebebidir. Can Dündar'ın dönemin şartlarını gözönünde bulundurup onaylamaması üzerine Ahmet Altan'ın Milliyet'ten ayrıldığı söylenir. Söylenti bir yana bu yazı Atatürk tabusunu Kürt sorunuyla birleştirip ele almaktadır. Bu yazının büyük yaratıcılığı Baskın Oran'ın da sıkça vurguladığı kendi merkezli düşüncemizden çıkıp öteki açısından konulara bakabilme olan "empati"ye sahip olmasıdır. Yazı "Atatürk Selanik'de değil de Kerkük de doğmuş olsaydı.Ve kurtuluş savaşını Kürtlerle birlikte vermiş olsa" diye başlayıp Türk ve Kürt'ün yerlerini değiştirmiş büyük bir tahrip gücüne sahip olmuştur.


Sinan Çetin'den Propaganda: Soldaki hakim görüş bu filmin içinin boş oluşudur. Benim bu dalga içine önemle dahil edeceğim içi dolu taraflarıyla bu film ulusal sınırların sorgulanışı, bölünme korkusu yaşayan bir ülkede sınırların değil insanların ve bağlılıkların önemine dikkat çekişidir. En ilgi çekici sahnelerinden biri devlet töreniyle sınır tellerinin çekilişinde milli marş ile ilkokul çocuğu şiirleri ile devlet töreninin bir parodisi olacaktır. "Devlet niçin vardır?" "Devlet olmasa sen olur muydun ben olur muydum?" türü resmi söylemin çıkış yollarının Kemal Sunal abuklamalarından başka bir şey olmadığını göstermiştir. Tüm bu iktidar gösterilerinin ve söylevlerin ardında egemenliğin merkezinin içi boş oluşuna ve egemenliğin göbeğinde meşruiyet krizi olduğuna dair bir saptama getirerek bu akıma katkı sağlamıştır. Bu filmdeki Atatürk büstüne sarılıp ağlama sonraki filmlerinden Komser Şekspir'de de tekrarlanacaktır. Bu bürokrasinin ve resmi söylemin yalnızlığına getirilmiş dramatik bir eleştiri olarak okunabilir. Bunun sonrasında "Döngel Karhanesi"nde de tekrarlanan "Atatürk büstüne sarılıp ağlama" Sinan Çetin'e bir göndermedir.

Orhan Pamuk Romanları: Her ne kadar ona yapılan karalama kampanyaları amacına ulaşmış ve Pamuk'u "bir demeciyle Nobel alan edebiyat fukarası" yaftalamalarıyla Nobel ödülü hevesini Pamuk'un kursağında bıraksa da Pamuk'un romanları ve kendi siyasal duruşu Liberal Sol türü bir aydının arketipini oluşturmaktadır. Liberal solun aydın arketipi Orhan Pamuk'tur. Bu tarz bir aydın bir önceki kuşağın yaptığı gibi ısrarla siyasal duruşunun gerektirdiği gibi romanının her metrekaresini siyasal mesajlarla bezemez, siyasal cepheleşmelere ve değişen iç dengelere uygun roman yazmaz. Kar romanı Siyasal İslam'ı ve kadının bu tabloda oturduğu yeri anlamak için önemlidir. Kadının mutsuzluğunu ve Zizek tabiriyle "özgür olmayışını ifade edecek dilden" yoksun bırakılışının yanı sıra İmam Hatip Müdürü ve suikastçısı arasında geçen konuşmanın ses kaydı, resmi ideoloji ve siyasal islam arasındaki tartışmanın önemli bir özetidir. Pamuk'un bir Nişantaşılı-Burjuva olarak kendini tanımlayışının ardından burjuvazinin askere bakışını eski Nişantaşı özelinden ele alması ve Siyasal islam- burjuvazi, siyasal islam-aydın iletişimsizliğine değinmesi de okuyucu adına önemli kazanımlardır. Pamuk gerçeğinde Türk Liberal Solunun iktidara gelme devleti ele geçirme sorunsalından uzaklaşmasının ve özellikle de ekonomik çareler aramamasının izlerine rastlanabilir. Liberal Sol, o bilindik eski soldan farklı olarak lügatinden ekonomik programları çıkarmıştır. Devletçiliğin Baskın Oran tabiriyle "devlet eliyle milli burjuvazi yaratma" olduğu bir kere ortaya konmuştur. Ekonomik Liberalizmin ve Entegrasyonun ise "sömürmek için diri ayakta tutmak" olduğu ortaya konunca Liberal Türk Solunun ekonomik bir alternatifi de kalmamıştır. Türk Liberal Solunun kıyısından geçip, geçici de olsa çözmediği tek sorun budur. İşte tam da bize çelişki gibi görünen bu sebeple tüm engellere rağmen güçlenmeye devam edecektir.

Liberal Türk Solu, Atatürk'ü, CHP'yi, eski sol biçimlerin kullandığı resmi ideolojiden alınma milliyetçi ve militarist cephaneyi reddetmiştir. Hakikatler aleminden özgürleşme ve siyasal olana devletçe güdümlenmemiş sivil toplum tabanında bir yer açma mücadelesidir.

Liberal Sol akımın popüler kültür içinde ve Radikal 2 gibi mecralarda devam eden hareketine son veren şey TCK 301'in yürürlüğe girmesi oldu. Bir kanunun yalnızca bir siyasal söylemi etkisizleştirmesinden resmi ideolojinin simgesel cephanesiyle ağzına kadar dolu eski biçim solu ""ulusalcılar"" olarak ortaya çıkarmıştır. Ulusalcılarda sert bir IMF,AB ekonomisi karşıtlığı gözlense de eskisi gibi devletçi-ulusalcı bir ekonomi tasavvuru kurulmamış, devletçi olmayan bir ulusalcı ekonominin tasavvuru ise henüz bu düşüncenin ufkunda gözükmemektedir. Ekonomi namına ne varsa: sadece karşıt olmak adına vardır.

TCK 301 , zina yasa tasarısını tartıştığımız bir sırada meclisten geçti . Zaten birine hakaret etmek suç iken adları da sayılarak "kurumsal alınganlıklarımıza" ve "Vatikan dogmalarına" aykırı görünen şeyler nasıl belirlendiği anlaşılmayan eleştiri boyutunu geçince ve bir de ülke sınırları dışında dile getirildiğinde......

TCK 301 kamera önünde eli domateslive yumurtalı eylemcileri hedef seçmekle yetkilendirmekle kalmadı, kameralar yokken seslerini barışçıl yollarla duyurmak için elinde pankartlarla gezen eylemcilere yeni bir siyasal eylem biçimi olan linçleri örgütledi. TCK 301 ile mahkum ettiremedikleri Hrant Dink'i öldürenler kameralar karşısında eli domatesli ve yumurtalı görünen güruhtur. Bu "Hukuk Kerinçlenmesi" Pedro Barroso'ya bile- kendisi Portekiz vatandaşı olup, suç sayılacak demeci Türkiye'de vermemiştir- TCK 301 kapsamıyla dava açtı. Böylesi bir bölünme ve farklılık korkusu, ancak penisini vajina içinde bırakma korkusu kadar anlamlı bir korkudur.

Hrant Dink'in öldürülmesi sonuçta sağduyulu bir Türkiyelinin bölünme korkusuna kurban edilişidir. Orada "Hepimiz Ermeniyiz" diye seslerini duyuranlar öldürülen bir Türkiyeli oldukça bir Kürt, bir Rum, bir Alevi, bir Süryani ve kaderlerini ilgilendiren her şeyde tırnak işareti içinde yazılmayan ve başına sözde ifadesi alan, öldürülen, dışlanan ve kültürü sakat bırakılan kim olursa onun yanında olacaklardır. "Herkes tek başına ölür" demiş ya Heidegger... Sözkonusu Türk aydını olunca, Türk aydını yalnız ölüme değil hayata da yalnız başına yakalanandır! Hepimiz Ermeni'ysek eğer bu ifade, hayatında yalnız bıraktığımız tüm diğer kültürler bari yalnız ölmesinler diyedir.

Pazartesi, Ocak 22, 2007

İSRAİL-AMERİKAN İŞBİRLİĞİNİN LÜBNAN'I İŞGALİ

“Uzlaşmamız gereken bir ikiyüzlülük var ortada: Ya dünyanın çıkar üzerine kurulu olduğuna kani olacağız ya da insanlık onuruna sahip çıkmaya ümitsizce devam edeceğiz. Lübnan’da yaşanan da bu ikiyüzlülüktü; ABD-İsrail işbirliğiyle gerçekleşen Lübnan işgali bu iki ülkenin çıkarları uğruna insanlık onurunu ayaklar altına aldı.”

Çok tanıdık bir hikâye: İsrail-ABD işbirliğinin Lübnan’ı işgali




20. yüzyıl neredeyse her on yılda bir yeni bir çağ yaşadı. Değişim ve yenilikler daha önce hiç bu kadar hızlı yaşanmamış; dünya haritası hiç bu kadar çok şekil değiştirmemişti. Bu yüzyılda iktisadi, siyasi ve toplumsal sorunlar hiç olmadığı kadar sarsıcı oldu. 21. yüzyıla gelindiğinde ise Soğuk Savaş’ın bittiği ve dünyanın, tek süper devlete itaate zorlandığı yeni bir dönem başladı... 21. yüzyılın da bir önceki yüzyıl gibi birden fazla çağa tanık olacağını ve belki de daha “hızlı” yaşanacağını düşünmek için pek çok sebep var.

11 Eylül saldırılarının miladı olduğu düşünülen/düşünülmesi beklenen süreç bunun en somut örneği. Ortadoğu’nun ise yeni yüzyılda dünya siyasetinde rolü pek de farklı görünmemekte, Ortadoğu çatışma sahası olmaya devam ediyor. Ancak yeni yüzyılda yaşananların nedenlerinin 20. yüzyılda aranması gerekiyor. Nazi soykırımından kurtulan Yahudiler, iki bin yıl önce kovuldukları “vaat edilmiş” topraklara, Filistin’e döndüler. Ben Gurion’un başkanlığında kurulan İsrail Devleti insanlık tarihi boyunca barış yüzü görmeyen Ortadoğu topraklarında şiddetin odak noktasını oluşturuyordu artık. İç savaşı, Suriye ve İsrail’in istilalarını art arda ve iç içe yaşayan Lübnan ise dünya tarihinin en büyük “ödül”lerinden biri olarak anılan Ortadoğu’nun bitmek tükenmek bilmeyen sancılarına gebeydi ve geride bıraktığımız yıl içinde kıyameti yeniden yaşadı…
Değerli kaynakların ve önemli arazilerin İsrail topraklarına katılması, Filistinlilerin yaşanılması imkânsız, dar ve yalıtılmış alanlara hapsedilmesi şeklinde uygulanan sistematik politikanın son ayağını, 2006 yılının ikinci yarısında ortaya çıkan Lübnan işgali oluşturdu.

Olanları kısaca hatırlayalım;
>>>24 Haziran günü İsrail kuvvetleri iki sivili (Usame Muammer ve Mustafa Muammer’i) esir aldı. İsrail devleti tarafından sivillere yönelik olarak gerçekleştirilmiş olan bu eylem, ardından gerçekleşen iki İsrailli askerin kaçırılması olayından niteliği açısından daha vahim bir durum olmasına rağmen, batı medyasında eksik ve hatalı yer aldı ya da hiç yer almadı.
>>>25 Haziran günü ise bu sefer Filistinli militanlar, İsrail silahlı kuvvetleri mensubu onbaşı Gilad Shalit’i esir aldı. Shalit’in esir alınması ise dünya kamuoyunca kınandı ve öfkeyle karşılandı. Burada karşımıza çıkan Batı ahlakının insancıl kaygılardan uzak çifte standardı aslında Ortadoğu’da yıllardır yaşanan sürecin sürekliliğinin en önemli nedenlerinden biri.
>>>12 Temmuz’da Lübnan sınırı yakınlarında 8 İsrail askerinin öldürülmesi, 2 İsrail askerinin kaçırılması ve Hizbullah militanlarının İsrail topraklarına katuşya füzeleri ateşlemesiyle doruk noktasına ulaşan “kriz”, İsrail’in alışkanlık haline getirdiği Lübnan’ı işgal etme, yakıp yıkma ve terör yaratma davranışlarıyla yeni bir hal aldı. Lübnan’ın limanlarının abluka altına alınması, kara ve havadan saldırılar yapılmasına karşılık olarak Hizbullah yaptığı füze saldırılarını arttırdı.


>>>13 Temmuz’da saldırılardan sonra Beyrut havalimanı uçuşlara kapatıldı.
>>>15 Temmuz’da BM’nin gündemine aldığı ateşkes çağrısı ABD’nin vetosu sonucunda reddedildi.
>>> 25 Temmuz’da İsrail’in hava saldırıları sonucunda Birleşmiş Milletler’e bağlı bir gözlemleme tesisi füzeyle vuruldu ve 4 BM personeli hayatını kaybetti
>>>30 Temmuz’da 37’si çocuk 60 kişi, gece yarısı düzenlenen bir saldırı sonucu Kana’da katledildi.
>>>4 Ağustos’ta ABD ve Fransa beraber hazırladıkları bir ateşkes önerisini Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne ilettiler. Savaşın durması halinde Lübnan topraklarında bulunan İsrail askerlerinin geri çekilmesini öngörmeyen tasarı, Lübnan hükümetince kabul edilemez bulundu.
>>> 11 Ağustos’ta Lübnan başbakanı Fuad Sinyora’nın adını taşıyan Sinyora Planı da göz önünde tutularak daha önceki tasarıda değişiklikler yapılarak 1701 sayılı karar Güvenlik Konseyi’nde kabul edildi ve taraflar “şiddet eylemlerini durdurmaya” çağrıldı.
>>> 12 Ağustos’ta Lübnan ve Hizbullah kararı kabul etti.
>>>13 Ağustos’ta İsrail kararı kabul etti.
>>>14 Ağustos sabahı ateşkes yürürlüğe girdi.
>>>19 Ağustos’ta İsrail ordusu Bekaa Vadisi’nin doğusundaki bir köye silahlı saldırı düzenledi.
>>>7 Eylül’de İsrail Lübnan’daki ablukasını kaldırdı.
>>>2 Ekim’de İsrail tüm askerlerini Lübnan topraklarından geri çekmişti.


İsrail, ateşkes ilan edilene dek saldırılarına aralıksız devam etti, Lübnan’da 1000’in üzerinde İsrail’de 50’ye yakın sivil öldü. 1 milyondan fazla sivil evinden oldu. Alt yapısı yerle bir edilen Lübnan 2 ay içinde, daha krizin başlarında İsrail Genel Kurmay Başkanı korgeneral Dan Halutz’un savurduğu o tehdit cümlesindeki gibi, 20 yıl öncesine dönüverdi.(1)

Ortadoğu’nun yabancısı olmadığı bu “kriz”, adının konulmasıyla anlamlı hale geliyor. Yaşananları tanımlamak için hangi sözcük daha uygun? Savaş mı? Ortada iki ülkenin silahlı kuvvetlerinin çatıştığı bir savaş görünmüyor. Saldırı sözcüğü tanımlama açısından daha uygun, Birleşmiş Milletler’in 1974’te hazırladığı, 8 maddeden oluşan, saldırı tanımı yapan metindeki 3. maddede sayılan eylemler ve tutumlar, Lübnan’da yaşananları karşılıyor.(2) Fakat “İsrail’in Lübnan’a saldırısı” demek de bir bakıma haksızlık; çünkü aynı güçte ve etkide olmasa da Lübnan’dan İsrail’e gelen, meşru müdafaa niteliğinden uzak, saldırılar var. Sanırım en doğru tanımlama Lübnan’a yönelik bir İsrail-Amerikan işgali. Peki, ABD ve İsrail Lübnan’da neyin peşinde? Yaşananların temelinde İsrail-Filistin gerginliği yatıyor. ABD’nin yanlı tutumu, sorununun çözümsüzlüğünü ve İsrail’in saldırılarını beraberinde getirirken, uluslararası arenada desteklenen iki devletli çözüm ise bu nedenle gerçekleşebilir görünmüyor. İsrail ve ABD ise çözümü Hizbullah’ın yok edilmesinde buluyor. Hizbullah ABD ve İsrail tarafından yok edilmesi gereken bir yapılanma olarak görülürken; Hizbullah Suriye, İran ve Lübnan için bambaşka anlamlar taşıyor. Suriye ve İran için İsrail’e karşı bir koz olan Hizbullah, Lübnan halkı içinse bir kurtarıcı olarak yükseliyor. Burada ABD–İsrail işbirliğinin içine düştüğü hata göze çarpmakta; Hizbullah’ı öldüremeyen güçlendiriyor ve Irak’ın işgaliyle ortaya çıkan öfkeli mücahitler benzeri yeni bir nesil ortaya çıkıyor. ABD “haydut devlet” olarak tanımladığı devletlerle olan savaşında aradığı meşruiyeti “dünya düzeninin korunması” ve “barışın sağlanması” söylemlerine dayandırsa da Soğuk Savaş sonrasında yeni düşmanların yaratılması bu temeli sarsıyor; çünkü ABD “müdahalelerinin” hiçbiri, Lübnan örneğinde tekrar görüldüğü gibi, düzeni ya da barışı sağlamıyor aksine ABD’nin elini attığı her yerde karmaşa ve savaş hüküm sürüyor.


Uzlaşmamız gereken bir ikiyüzlülük var ortada: Ya dünyanın çıkar üzerine kurulu olduğuna kani olacağız ya da insanlık onuruna sahip çıkmaya ümitsizce devam edeceğiz. Lübnan’da yaşanan da bu ikiyüzlülüktü; ABD-İsrail işbirliğiyle gerçekleşen Lübnan işgali bu iki ülkenin çıkarları uğruna insanlık onurunu ayaklar altına aldı. İran-Irak savaşı sırasında Irak’ı destekleyen, Irak’ın kimyasal silah kullanmasını teşvik eden ABD, bugün aynı ülkeyi “haydut devlet” olarak ilan edip, silah zoruyla demokrasi dayatıyor, Lübnan’ın altyapısına verilen zarara, savaş suçundan öte anlam taşımayan katliamlara, açık destek veriyor. Güçlülerin önemsemediği, güçsüzlerin ise uygulamada yalnız kaldığı uluslararası hukukun ise silah satışından elde edilen gelirden bile daha az hüküm sahibi olduğu görülüyor. İşte bu yüzden uzlaşmamız gerekiyor çoktan yüzleştiğimiz bu ikiyüzlülükle; çünkü ABD’nin resmi politikasında tekrar tekrar açıkladığı o “seçme hakkı” (ya bizimle olursun ya da yok olursun!) bizim de içinde bulunduğumuz “geri kalan” dünyayı ilgilendiriyor. Önleyici saldırı doktrininin bundan daha masum bir anlam taşıdığını düşünmek naiflik olur. 11 Eylül saldırılarından hemen sonra, Afgan halkının açlıktan kırılmasına bir nebze engel olan Pakistan yardımlarının kesilmesini isteyen ABD, “barış” algısına ne terörle ne de ikiz kulelere yapılan saldırılarla uzaktan yakından ilgisi olmayan binlerce insanın ölmesini umursamayacak kadar kalın çizgiler çiziyor. Sonuç olarak “ayrım gözetmeden, orantısız kuvvet kullanarak uluslararası insancıl hukuku alenen ihlal etmek, sivillere ve sivil nesnelere kasten düzenlenen ölümcül saldırılar düzenlemek” ile suçlanan İsrail, Lübnan’dan isteklerini gerçekleştiremeden yani bir anlamda savaşını kazanamadan ayrıldı. Hizbullah’ın ve İsrail’in kazandıklarını iddia ettikleri “savaş” henüz bitmedi. Suriye’nin ve İran’ın takınacağı tavır bölgede belirleyici olacak. Bu iki ülkenin ortağı olmadığı bir barış, İsrail’in de Lübnan’ın da sürekliliğini koruyamayacakları bir barış olacaktır. Tabii bölgede kalıcı bir barıştan bahsetmek için çok erken, bölge ABD’nin ve direnenlerin çatışma sahası olmaya devam edecek gibi görünüyor.