Perşembe, Mart 29, 2007

Özgürlükten bahsedelim!

“This is my right. Right given by god.” *

Bu dizeler, yaşayan tek Beatles üyesi Sir Paul McCartney’nin 2002’de piyasaya sürdüğü “Freedom” adlı şarkıdan. “Talking about freedom” (özgürlükten bahsetmek) diye devam ediyor. En başından kabul edilmiş yargılarının verdiği rahatlıkla ortalama bir Amerikalı için -mesela Mr. Bush’un otobüs şoförü halini düşünebiliriz bu örnek için- bu şarkı pek ala bir dünya görüşü olabilir. Öznemiz olan ortalama Amerikalı, Annesinin bir m–16 olduğunu söyleyen Amerikan Deniz Piyadesinin karşısına, savaş karşıtı Amerikan annesini, sözgelimi Cindy Shenan’ı koyunca, Iraklı anneleri hiç doğmamış ve öldürülmemiş sayabilir. Özgürlük Heykelinin elindeki teraziyi dengede görüp “yaşasın demokrasi” diye bağırabilir. “Be a good American!”** düsturuna uygun “iyi” bir Amerikalı olabilmek bu nedenle çok kolay. Bahsi geçen öznemizin eşi ise Susan Sarandon ve Sean Penn Beyaz Saray’ın önünde Irak’taki savaşa karşı açlık grevi yapadursun, Oprah Winfrey’nin sabah şovunda kim bilir hangi ünlünün hangi derdine üzülecektir.

“ I will fight for the right to live in freedom”***

Şarkıyı hatırlayıp dilinize doladıysanız korkmayın, bu şarkı 6 yıldır ABD’nin zihninde fon müziği olarak çalıyor ve uzun süre de sıkmayacağa benziyor. Şer güçlerine karşı ortak savaş ilan eden Amerikan-İngiliz koalisyonunun çektiği “özgürlük” filminin şarkısı, Sir unvanıyla bir İngiliz’den geliyor. Sakatlanmış oryantalist bakışın üstü örtülü dışavurumu… Bu sözleri şiar edinenlerin sıradan ABD’liler olması bizim için sorun olmazdı fakat görünen o ki Amerikan rejiminin yürütücüleri bir yana çok daha karmaşık ve kavramsal kurguya sahip yazıların sahiplerinin de kafasında aynı şarkı var. Bir çeşit kutsama halini aldı. Akademik olma iddiası olsun olmasın sosyal olgulardan bahis açan pek çok yazı, küreselleşmeden, son model dünya düzeninin miladı olan 11 Eylül’den bahsetmeden başlamıyor. “Küreselleşen dünyada...” ya da “11 Eylül’den sonra...” diye başlayan konuşmaların, makalelerin haddi hesabı yok! Kutsanan 11 Eylül Bush’un adıyla da anılan “önleyici saldırı doktrini”ni temize çıkarma çabasından başka bir şeymiş gibi… ABD’nin vukuatlarının listesi günbegün uzarken, Fukuyama ABD düzeninin artık tarihin sonunu getirdiğini ve ülkesinin zaferini muştularken “ABD imparatorluğunun” sonunun geldiğini söyleyenler de mevcut elbette. Tarihçiler ve analistlerin “tam bir geçiş dönemi” olarak tanımladığı günümüz, hangisine geçiyor şu an kestirmek zor. “1, 2, 3, daha fazla Vietnam” sloganından sonra Afganistan, Lübnan, Irak... Bu geçiş döneminde ortaya çıkan ise rüyanın yerini alan “amerikan kâbusu”!

Üstelik Amerikan rüyasını yeniden kurgulayabilmek için yeni yollar arayışına henüz başlanmadı bile. Öyle ki 2006 yılında 39,5 milyar dolar kar elde eden Exxon Mobile firması ABD’nin Kyoto Protokolünü imzalamasını engellemekle yetinmeyip, bilim adamlarına küresel ısınmanın etkilerini yalanlayan her makale için para bile ödedi. Bozulan ya da ezelden beri bozuk olan Amerikan imajının etki sahasına iyiden iyiye giren Akademik hayat, ABD’de de ülkemizde örneği çok defa görüldüğü gibi bağımsız, bilimsel, özgür olmaktan çok uzak. Atatürk’e hakaret etmekle suçlanan ve hakkında 3 yıl hapis istenen Atilla Yayla’yı, bir milletvekili tarafından “ermeni olmakla suçlanan” Yücel Aşkın’ı düşünelim. Akademisyenlerin özgür olmadığı, yönlendirildiği, cezalandırıldığı, susturulduğu, “sen istersen git bir yüzünü yıka gel” diye uyarıldığı bir akademik ortamda özgürlükten bahsetmek Paul McCartney’e düşüyor elbette! İşte bu gailede karşımıza o kutsama çıkıyor. Tarihin sonunun ilan edilmesine, “şampiyon belli ikinci falan da yok” denmesine alışık hale gelen biz 21. Yüzyıl insanları için her şey artık daha “normal” her komplo teorisi artık kendi karşıt teorisiyle beraber ortaya çıkıyor. 11 Eylül’ü Birleşik Devletler tezgâhladı diyerek bizde de birçoklarını peşinden sürükleyen Loose Change’in başına gelenler bunun en iyi örneğiydi.

“ We will fight for right to live in freedom”****

Nihayetinde, kahramanlar için diyerek başlayan, Amerikan bayrağı önünde çektiği klibinde, özgürlükten bahseden Paul McCartney’nin, şarkıyı kişisel bir şuursuzluk nesnesi olmaktan çıkarıp, toplumsal afazi aracına dönüştürdüğü görülüyor. “Savaşacağım” yerini “savaşacağız”a bırakıyor. İngiliz-Amerikan koalisyonunun çığırtkanı oluyor. Bir şarkı ya da şiir döneminin heyecanını, yönlendirilmiş, sonucuna fazla erken varılmış pek çok bilimsel yazıdan iyi anlatır. Bu şarkı, “geçiş dönemi”nin marşı; bunu 6 yıldır yaşananlardan sonra görmek daha kolay. Oğul Bush Irak’a silah zoruyla demokrasi götürürken dünyaya da özgürlükten böyle bahsediyordu. Dinlemekten başka umar yok.

http://www.youtube.com/watch?v=UTuBtVVRrbs

*“Bu bana tanrı tarafından verilen haktır.”

** “İyi bir Amerikalı ol!” günlük dilde kullanılan bir Amerikalı deyimi.

*** “Özgür yaşamak için savaşacağım.”

**** “Özgür yaşamak için savaşacağız.”

Erdem Güneş

Çarşamba, Ocak 31, 2007

Hrant Dink Suikastı, Baskın Oran ile Liberal Sol'un İmkanı ve 301 üzerine

Özür diliyorum

Bir şeyleri söze döktüğünüzde onun, sizin söze döktüğünüz anda ve karşınızdaki anlamaya çalışırken yoğunluğu farklı yüzeylerden geçen ışık gibi kırıldığı iki kez kırılmaya uğradığını görürsünüz. Belki bunun verdiği çekinme hislerinden o yüce anlam'a olan borcumuzdan, hissettiklerimize olan borcumuzdan bir şeyleri başkasına okutmasak bile yazamayız. Hakim konuma gelmiş bir düşünceyle ters düşmek, yanlış anlaşılmak, hiç anlaşılmamak ve hapisle cezalandırmak bile bazen hayatın ve insanlığın anlamına verdiğiniz değerden ve bundan doğan çekincelerden daha üstün gelir. Ben bir yıldır bana en sert vuran ve kesiğini en derinde atan şeyleri seslendirmedim. Bu sebeple önce özür diliyorum: bu zamana kadar kendimi susturduğum için kendimden, bundan sonra o yüce anlamı basitleştirmek pahasına yazacağım için gerçekten değerli ve anlamlı ne kadar şey varsa onlardan... Beni affetmeyin.


68 Fransasında "Hepimiz Alman Yahudisiyiz" sözüyle başlayan "ötekine uzanan elimizi" en güzel ifade eden Turgut Tarhanlı'nın Radikal'de 11.10.2006 da yayınlanan "ufkun ötesindeki yeni toplum" yazısı olmuştur. Bu enfes yazıyı özellikle tavsiye ediyorum

İlk Bölüm: "Sözde Hrant Dink Suikastı"

Hakim ve egemen durumda olunca neyi seslendirirseniz seslendirin, yaşamaya değecek her şeyin anlamlarının içini boşaltabilir, onları aklınızca yeniden kurabilir ve kendi kuracağınız o yüce hakikatten- hakikat rejiminden- dışlayabilirsiniz. O andan itibaren hakikat sizin dünyanızdır. Benim gibi bir yazıya başlarken "yanlış anlayacaklardan ve huzursuz olacaklardan değil" kendinizden ve sizi siz yapan ideallerinizden özür dileme gibi bir kaygınız olmaz.

Kıbrıs sorunu, Kıta Sahanlığı ve Karasuları Sorunu, PKK veya Güneydoğu sorunu gibi ifadeler bir normaller ve hakikatler rejimi ilan edip kendisini normalinin, kendi evreninin merkezine yerleştirmiş bir zihnin, ötekileri kendine tabii kılıp çekip çevirme projesinin, sorunlaştırıp aklı sıra sorun çözmek üzere operasyonelleştirdiği gerçek parçalarıdır. Ben-merkezli halimizden çıkıp sorunun ötekinin ve dünyanın gözünden "Türk Sorunu" olacağını ve bizim tanımladığımız diğer tüm sorunların bu büyük benmerkezci hastalığın yan etkileri olduğunu düşünmez miyiz? Gerçeği kendisinin dışında ve öznel bakabilmesi gereken olgunlukta kişiler iken egemenler ve hakim durumdakiler her durumda kendilerine batmayan gerçeklerden bir hakikatler karması oluşturup oyunu kendi sahalarında kendi kurallarıyla oynarlar.

Sorun bir "Türk Sorunudur". Varoluşunu başkasını problem etmek, farklılık ve çeşitlilikleri "sorun etmek" üzerine kurmuş bir zihnin örgütlü üniformalı ve bürokratik "hezeyanlarıdır".Ancak bu durumda zirvedeki bir paranoya, kendisinden farklı her kim varsa onu "hezeyana" düşürebilir veya bu sözü edemiyorsa, kendi çizgisinde yeniden karşı tarafa boyun eğdireceğini sanıyorsa "talihsizlik"le yaftalar. Oysa talihsizlik veya talih nedir? Zaten olacağını çok önceden suikaste uğrayacağını bildiğimiz bir kimsenin "düşünce özgürlüğüne" kamuoyunun vicdanına kurban verilmesinden başka...

"Benden bir ruhsuz yaratmayı nasıl becerdiniz? Benden bir uyumsuz yaratmayı nasıl becerdiniz?" Merhum Yavuz Çetin'in dizeleriyle böyle zorla zorla uyumsuzlar yaratan ve onları kendisine düşman eden bir mekanizmadır bu... Bu dizeleri yazıp boğaz köprüsünden atlayan birinde "problem" ve "sorun" arar: maddi sorunları, duygusal ilişkileri, uyuşturucu... Kendinde bir kusur aramaz. Her zaman görmek istediğini görür. Kendi edip kendi bulduğunda bile tüm dünya ona karşı bir komplo halindedir. Hiç bir zaman penisinin bir vajinadan içeri girmesiyle, kesilmeyeceğini, kopmayacağını ve bir parçasının içeride kalmayacağını bilse de böyle bir şeydir bir ülkenin bölünme/parçalanma korkusu ve zinde güçlerden gerekli gereksiz tehdit algılamaları... İşte bu psikolojik sendromun adını Baskın Oran "Sevr Paranoyası" diye koymuştu. Bir trafik kazasından veya ameliyattan sonra bir anda kendine gelen Türk Erkeğinin penisim duruyor mu, diğerlerinin kafam yerinde mi diye kontrol etmesine kadar (Yurtdışında hastanelerde çalışanlar buna defalarca tanık olmuşlar ki bu haber gazetelere düştü) üzerimize sinmiştir. Hasta olmaktan korkup hastalık hastası olmak gibi bir şeydir bu... Hastalıklar arasında, bir tek "hastalık hastalığı" ilk başladığı anda tüm hücrelere sirayet edendir. Hastalık hastalığından ve onun bir bütün olarak ait olduğu vazgeçmediğimiz sürece

Bir kültürün önce adını anmayı yasaklayıp sonra hakikatler alemimizde "Kar Türkü" haline getirmedik mi? Ermenilere dair nelerden bahsediyorsak, türkülerine, mutfaklarına, mimari işçiliklerine ve soykırımlarına dair her şeyin başına bir tırnak işareti ve bir de "sözde" ifadesi gelmiyor mu? "Eski devlet bakanı" diyince "devletin eskisi olmaz, o bakanın eskisidir" diye alınganlık gösterir TRT Türkçesi...Ama aynı duyarlılığı nedense "Ermeni Sözde Soykırımı" demeyerek göstermez. Bu basit yer değiştirmenin altında çok hınzır bir anlam vardır: Önemli olan Ermeni'lerin sözde oluşudur... Sözde olan Ermenilerdir... Katledilmeleri kimin umrunda!

Şimdi tekrar düşünelim: Sözde Hrant Dink suikastının sözde olmayan faili kimdir?

Baskın Oran ve Liberal Türk Solunun Tarihi İmkanı

Büyük hocanın ardından fikirlerine katılın veya katılmayın tüm öğrencilerinde "Bir Baskın Oran var ki benden içerüü" hali oluşur. Bir düşünürle aranızdaki entelektüel ilişkide, bu mesafenin her zaman farklı evreleri ve farklı dereceleri vardır. Bir verisini, bir anısını veya bir dizesini tanık gösterip onu yardıma çağırabilirsiniz. Onun dünyayı açıklarken kullandığı bir kilit kavramını siz de dünyayı açıklarken kullanabilir ve farklı boyutlara uygulayabilirsiniz. Bu mesafenin daha yakınlaşmış bir hali ona atıf vermeden tartışamaz hale gelmektir. Bir sonraki aşama en son aşamadır: Ona hiç atıf vermezsiniz. Artık düşünürle aranızdaki mesafeyi yokedecek kadar düşünceleri sizde içselleşmiştir.

Bunun farklı dereceleri Baskın Oran ve öğrencileri arasında yaşanmıştır. Baskın Oran artık başharfleriyle andığımız bir magnum opus, çağdaş bir Mülkiye klasiği, TDP'nin (Türk Dış Politikası) editörüdür. TDP 2001 yılı başlarında bitmiş, 11 Eylül yaşanmadan önceki dönemi "Türkiye açısından" özetleyip bitirmiştir. Kültür Bakanlığı fonları alması sizi yanıltmasın Baskın Oran'ın hakim görüşlere muhalefetinin bir çıkış noktası olarak okunabilir. Çıkış noktasıdır, bir ayağını hakim bakış açısından alır ama eleştirisinin sonunda muhalif bir bakış açısını kurmuştur.

Türk Dış Politikası Ranciér'ci tabirlerle anarsak siyasa ve siyasetin kesiştiği yüzeydir. Türk Dış Politikası, askeri-bürokratik elitin bazı stratejik belgelerde "devlet çıkarı" olarak ortaya konan şeyler doğrultusunda ürettiği uygulanması gereken bir "siyasa" değil... Tüm kararsızlıkları, daha en başından neyin devlet çıkarı olduğu konusunda elitin kendi içindeki uyuşmazlıkları ve bekaamıza doğrudan kast etmeyen ama toplumu derinden etkileyen dünya halleriyle birtmeyen ve her daim devam eden bir düşünme ve tartışma süreci olarak siyasettir. Kitabın çıkış noktası daha başlığından anladığımız üzere bir "siyasa"dır. Ama düşünce biçimiyle siyaset etmektedir ve bir siyaset halini göstermektedir. Kurumunun onda veri olarak kodladığı refleksleri değil, her durumu aklıyla düşünen, önce dünyada ne olup bittiğini anlamaya çalışan ve sonra bunu müzakere eden, bir kurum adamı değil kurumunu da değiştiren rasyonel bir devlet adamını zorunlu kılan bir eserdir. Siyasadan siyasete geçişin ve siyasanın sorgulanışının ayak sesleridir bunlar. Elbette bu tavır devlet hakikati dışında "vatan hainliği" yaftası yapıştırılmadan, düşünce suçu işlemeden, zülf-i yare dokunarak bir şeyleri tartışmak için bir alanı zorunlu kılar. Bu alan bir lütuf gibi "verilen" "bağışlanan" değil tam da söke söke alınan olmak zorundadır ki daha ilk varoluşunda ve ortaya çıkışında kimseye boyun borcu olmayan bir özgür düşünce özür dilemeksizin kendi yerini bulsun.

Sözü dönüp dolaştırdığım yerde işte Baskın Oran düşüncesinde gördüğüm o tarihi imkan ve imkanın ardında o imkansızlığı anlatmak istiyorum: Liberal Türk Solunun İmkanı.

Türkiye'de sol her zaman bir ölçüde Liberaldi ve Liberal değildi. Liberal dediğim terimin siyasal ve ekonomik olarak iki farklı anlamı bulunduğunun ben de bilincindeyim. Benim burada kast ettiğim birinci anlamdaki Liberalizm'dir. Çünkü bu ikisi Türkiye'de darbenin ilk yıllarındaki Turgut Özal'ın liberal politikalarında olduğu gibi hep bir arada bulunmaz. Bir zamanların Latin Amerika diktatörlerinin ekonomide liberal yanlarının yanında oldukça despotik bir hava ile demir yumrukla ülke yönettikleri tecrübeleri de bir yandan aklımızda bulunsun. Ekonomik liberalizm her zaman bir siyasal liberalizm, demokratik özgürlükler ve insan hakları getirmez... Bazen ekonomik liberalizmi sürdürmenin kendisi bir despotizm pahasına gerçekleşir.

Benim burada Liberal'den anladığım şey devlet merkezlilikten ve bu devlet çıkarı anlayışından kopuştur. İşte bu anlamda liberal Türk solunun akademik alanda sözcüsü Baskın Oran'dır diyebilirim. Devletin aygıtlarını devrimle veya seçimle ele geçirme ve onun üzerinden iktidarı sağlamlaştırma değil artık sivil toplumda var olma ve sivil toplum içindeki çeşitlilikleri bir ortakla birleştirme ama bu ortakla birleşirken alt kimliklerin de yok edilmemesi,kültürlerini geliştirme imkanları tanınması ve kimsenin alt kimliğinden ötürü aşağılanmamasıdır Baskın Oran'ın siyasetinde esas amaç olan... Ne olduğu ve nasıl olduğu fark eden, bir varlık ve varoluş sorunudur. Baskın Oran burada Türk'ün daha ismiyle Türkiyeli içindeki bir etnik grubun adı olduğunu ve bu türden bir inşanın daha başından bölücülüklerin en büyüğü olduğunu gösterir. Bir yandan arka planda kendi kurucu anlaşması Lozan'ın azınlık ve yurttaşların dil ve din özgürlükleri konusundaki hükümlerine uymayan bir ülkenin Türk Sorununun dibine battığını görürüz. O sıkça tekrarlanan ve bize başarıyla yutturulmuş çok meşhur "Lozan sadece gayr-i müslimleri azınlık saymıştır" teranesinin ardına bir de "Ama sadece gayr-i müslimlere değil, tüm Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına, dilsel ve dinsel azınlık durumunda olanlara, gayri müslimlere ve yabancılar dahil Türkiye'de yaşayan herkese bazı haklar getirmiştir" diye ekleyerek Lozan gerçeğinde olan ama hakikat rejiminin işine gelmediği için ifade edilmeyen ile bizleri başarıyla yüzleştirir. (TDP 1.Cildinin Lozan Bölümüne bakarak ve anlaşma metnini görerek emin olabilirsiniz) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ama gayr-i müslim olana Yargıtay yabancı diyor ve kurumsallaştırdığı bu yanlışı her önüne gelen davada tekrar uyguluyor. Azınlık demek eskiden bu yana daha düşük haklara sahip olmak, ikinci sınıf vatandaş olmak olarak anlaşılırken, Baskın Oran bize pozitif hakların ve pozitif ayrımcılığın kulağını çınlatarak, azınlığın kendisi olarak var kalması için pozitif haklar elde etmek durumunda olduğunu ve aslında ikinci sınıf vatandaş olmaması gerektiğini söylüyor.

Baskın Oran'ı, bir parçası olarak ele alabileceğimiz herhangi bir parti merkezi olmayan ve devlet dogmalarından kopuşu ifade eden harekete ben Liberal Türk Solu diyorum.

"Liberal'in anlamının her yerde ne kadar farklı anlamlara ve duruşlara karşılık geldiğinin ve bu terimin namusu kirletilmiş halinin bilincindeyim. Kusra bakmayın şimdilik daha uygun bir isim bulamıyorum. Belki Postmodern Türk Sol Dalgası da denebilir... kimbilir... Benim amacım bir söz ortaya atıyorsam içini doldurmak, hakkını vermek ve gerçekten ne dediğimi anlatmaktır. "

Liberal Türk Solu veya Postmodern Türk Sol Dalgası kendisini son on yılda siyasal alandan çok sanat yapıtlarında, toplumsal içerikli filmlerde,ve her zaman yabana atılsa da popüler kültür Türk sineması ve reklamcılığında kendini göstermiş ve aslında oradan doğmuştur.

İstanbul Kanatlarımın Altında: Bu hakikat rejimimizin ürettiği Türk Tarihine ilginç bir bakış açısı getirmiştir. 4.Murat'ın cinsel tercihininin homoseksüellik mi biseksüellik mi yoksa su katılmamış bir heteroseksüellik mi olduğu çok tartışılmıştır. Yalnızca bunun tartışılıyor hale gelmesi bile büyük bir değişimin yolunu açmıştır. Muhafazakar konumdakiler 4.Murat'ın Ana Britannica'ya bile geçmiş "genç ve parlak erkeklere ilgisi" ni kabul edip "homoseksüel demeyelim oğlancı daha doğru bir tabir" "oğlancılık homoseksüellik sayılmaz" diyerek oğlancı bir eşcinselliğin makbullüğü ve travestilik ve "ibneliğin" Türk toplumunun erkek kimliği için kabul edilemezliği tezine doğru kaymıştır. Padişahın marjinal bir halde resmedilişi (arkada at kuyruğu uzun saçlar) de bitmek tükenmek bilmez bir imajlar savaşının yolunu açmıştır.

Eşkiya: Bu film çekilmeseydi hiçbirimiz Kürt sözünü bugün bu kadar rahat anamayacaktık çocuklarımıza Baran gibi Kürtçede anlamlı isimler taktığımızda abuk bir kanuni soruşturmanın konusu olacaktık . Eşkiyayı ağasına ayaklanıp dağa çıkan mert bir insan olarak göremeyecek ve eşkiyayı TRT haberlerinde "ölü olarak ele geçirilen" örgüt adamlarından başka bir anlamda anlayamayacaktık. "Dağda eşkiya mı kaldı artık? Eşkiya şehirde" repliği filmin gerçekten o moda tabiriyle "koptuğu" ve hakikat rejiminin zincirlerinden kurtulma imkanı sağladığı yerdir. Susurluk Kazası öncesinde dağdaki eşkiyalara gözlerimizi çevirmişken ve Kürt işadamlarının hep aynı üçgen içinde "ölü ele geçirilmelerine" odaklanmıyorken bu mesajı pek anlayamazdık. Mesaj sonradan anlamını kazandı.

Can Dündar'ın Atatürk Konulu Belgeselleri: Liberal Türk Solu dalgasının en önemli özelliklerinden biri çoğunlukla kaleyi içten ele geçirmesidir. Can Dündar bizi en önemli tabumuzla, söz ona dayandığında susulan, bir dönemin Siyasi Partiler Kanununun Türkiyedeki her siyasi partinin düşüncelerine programında yer verme zorunluluğu getirdiği Atatürk ile yüzleştirmesidir. Can Dündar'ın Atatürk'ü hastalık günlerinde doktora sigarayı bırakmamak için yalan söyleyen , son arzusu enginar olan bir Atatürk'tür. Şahsi iktidarının doruğundayken bile aşkına sahip çıkamamış, kiminle evleneceğine kendisi karar veremediği gibi gönülsüzce evlendirilmiş, bir tarafta ülkenin kaderine hakim ve taviz vermez adam kendi hayatı söz konusu olduğunda muktedir olamamıştır. Atatürk bundan sonra da tartışmaların merkezinde olacaktır

Ahmet Altan'ın Atakürt yazısı: Ahmet Altan'ın Milliyet'ten ayrılma sebebidir. Can Dündar'ın dönemin şartlarını gözönünde bulundurup onaylamaması üzerine Ahmet Altan'ın Milliyet'ten ayrıldığı söylenir. Söylenti bir yana bu yazı Atatürk tabusunu Kürt sorunuyla birleştirip ele almaktadır. Bu yazının büyük yaratıcılığı Baskın Oran'ın da sıkça vurguladığı kendi merkezli düşüncemizden çıkıp öteki açısından konulara bakabilme olan "empati"ye sahip olmasıdır. Yazı "Atatürk Selanik'de değil de Kerkük de doğmuş olsaydı.Ve kurtuluş savaşını Kürtlerle birlikte vermiş olsa" diye başlayıp Türk ve Kürt'ün yerlerini değiştirmiş büyük bir tahrip gücüne sahip olmuştur.


Sinan Çetin'den Propaganda: Soldaki hakim görüş bu filmin içinin boş oluşudur. Benim bu dalga içine önemle dahil edeceğim içi dolu taraflarıyla bu film ulusal sınırların sorgulanışı, bölünme korkusu yaşayan bir ülkede sınırların değil insanların ve bağlılıkların önemine dikkat çekişidir. En ilgi çekici sahnelerinden biri devlet töreniyle sınır tellerinin çekilişinde milli marş ile ilkokul çocuğu şiirleri ile devlet töreninin bir parodisi olacaktır. "Devlet niçin vardır?" "Devlet olmasa sen olur muydun ben olur muydum?" türü resmi söylemin çıkış yollarının Kemal Sunal abuklamalarından başka bir şey olmadığını göstermiştir. Tüm bu iktidar gösterilerinin ve söylevlerin ardında egemenliğin merkezinin içi boş oluşuna ve egemenliğin göbeğinde meşruiyet krizi olduğuna dair bir saptama getirerek bu akıma katkı sağlamıştır. Bu filmdeki Atatürk büstüne sarılıp ağlama sonraki filmlerinden Komser Şekspir'de de tekrarlanacaktır. Bu bürokrasinin ve resmi söylemin yalnızlığına getirilmiş dramatik bir eleştiri olarak okunabilir. Bunun sonrasında "Döngel Karhanesi"nde de tekrarlanan "Atatürk büstüne sarılıp ağlama" Sinan Çetin'e bir göndermedir.

Orhan Pamuk Romanları: Her ne kadar ona yapılan karalama kampanyaları amacına ulaşmış ve Pamuk'u "bir demeciyle Nobel alan edebiyat fukarası" yaftalamalarıyla Nobel ödülü hevesini Pamuk'un kursağında bıraksa da Pamuk'un romanları ve kendi siyasal duruşu Liberal Sol türü bir aydının arketipini oluşturmaktadır. Liberal solun aydın arketipi Orhan Pamuk'tur. Bu tarz bir aydın bir önceki kuşağın yaptığı gibi ısrarla siyasal duruşunun gerektirdiği gibi romanının her metrekaresini siyasal mesajlarla bezemez, siyasal cepheleşmelere ve değişen iç dengelere uygun roman yazmaz. Kar romanı Siyasal İslam'ı ve kadının bu tabloda oturduğu yeri anlamak için önemlidir. Kadının mutsuzluğunu ve Zizek tabiriyle "özgür olmayışını ifade edecek dilden" yoksun bırakılışının yanı sıra İmam Hatip Müdürü ve suikastçısı arasında geçen konuşmanın ses kaydı, resmi ideoloji ve siyasal islam arasındaki tartışmanın önemli bir özetidir. Pamuk'un bir Nişantaşılı-Burjuva olarak kendini tanımlayışının ardından burjuvazinin askere bakışını eski Nişantaşı özelinden ele alması ve Siyasal islam- burjuvazi, siyasal islam-aydın iletişimsizliğine değinmesi de okuyucu adına önemli kazanımlardır. Pamuk gerçeğinde Türk Liberal Solunun iktidara gelme devleti ele geçirme sorunsalından uzaklaşmasının ve özellikle de ekonomik çareler aramamasının izlerine rastlanabilir. Liberal Sol, o bilindik eski soldan farklı olarak lügatinden ekonomik programları çıkarmıştır. Devletçiliğin Baskın Oran tabiriyle "devlet eliyle milli burjuvazi yaratma" olduğu bir kere ortaya konmuştur. Ekonomik Liberalizmin ve Entegrasyonun ise "sömürmek için diri ayakta tutmak" olduğu ortaya konunca Liberal Türk Solunun ekonomik bir alternatifi de kalmamıştır. Türk Liberal Solunun kıyısından geçip, geçici de olsa çözmediği tek sorun budur. İşte tam da bize çelişki gibi görünen bu sebeple tüm engellere rağmen güçlenmeye devam edecektir.

Liberal Türk Solu, Atatürk'ü, CHP'yi, eski sol biçimlerin kullandığı resmi ideolojiden alınma milliyetçi ve militarist cephaneyi reddetmiştir. Hakikatler aleminden özgürleşme ve siyasal olana devletçe güdümlenmemiş sivil toplum tabanında bir yer açma mücadelesidir.

Liberal Sol akımın popüler kültür içinde ve Radikal 2 gibi mecralarda devam eden hareketine son veren şey TCK 301'in yürürlüğe girmesi oldu. Bir kanunun yalnızca bir siyasal söylemi etkisizleştirmesinden resmi ideolojinin simgesel cephanesiyle ağzına kadar dolu eski biçim solu ""ulusalcılar"" olarak ortaya çıkarmıştır. Ulusalcılarda sert bir IMF,AB ekonomisi karşıtlığı gözlense de eskisi gibi devletçi-ulusalcı bir ekonomi tasavvuru kurulmamış, devletçi olmayan bir ulusalcı ekonominin tasavvuru ise henüz bu düşüncenin ufkunda gözükmemektedir. Ekonomi namına ne varsa: sadece karşıt olmak adına vardır.

TCK 301 , zina yasa tasarısını tartıştığımız bir sırada meclisten geçti . Zaten birine hakaret etmek suç iken adları da sayılarak "kurumsal alınganlıklarımıza" ve "Vatikan dogmalarına" aykırı görünen şeyler nasıl belirlendiği anlaşılmayan eleştiri boyutunu geçince ve bir de ülke sınırları dışında dile getirildiğinde......

TCK 301 kamera önünde eli domateslive yumurtalı eylemcileri hedef seçmekle yetkilendirmekle kalmadı, kameralar yokken seslerini barışçıl yollarla duyurmak için elinde pankartlarla gezen eylemcilere yeni bir siyasal eylem biçimi olan linçleri örgütledi. TCK 301 ile mahkum ettiremedikleri Hrant Dink'i öldürenler kameralar karşısında eli domatesli ve yumurtalı görünen güruhtur. Bu "Hukuk Kerinçlenmesi" Pedro Barroso'ya bile- kendisi Portekiz vatandaşı olup, suç sayılacak demeci Türkiye'de vermemiştir- TCK 301 kapsamıyla dava açtı. Böylesi bir bölünme ve farklılık korkusu, ancak penisini vajina içinde bırakma korkusu kadar anlamlı bir korkudur.

Hrant Dink'in öldürülmesi sonuçta sağduyulu bir Türkiyelinin bölünme korkusuna kurban edilişidir. Orada "Hepimiz Ermeniyiz" diye seslerini duyuranlar öldürülen bir Türkiyeli oldukça bir Kürt, bir Rum, bir Alevi, bir Süryani ve kaderlerini ilgilendiren her şeyde tırnak işareti içinde yazılmayan ve başına sözde ifadesi alan, öldürülen, dışlanan ve kültürü sakat bırakılan kim olursa onun yanında olacaklardır. "Herkes tek başına ölür" demiş ya Heidegger... Sözkonusu Türk aydını olunca, Türk aydını yalnız ölüme değil hayata da yalnız başına yakalanandır! Hepimiz Ermeni'ysek eğer bu ifade, hayatında yalnız bıraktığımız tüm diğer kültürler bari yalnız ölmesinler diyedir.

Pazartesi, Ocak 22, 2007

İSRAİL-AMERİKAN İŞBİRLİĞİNİN LÜBNAN'I İŞGALİ

“Uzlaşmamız gereken bir ikiyüzlülük var ortada: Ya dünyanın çıkar üzerine kurulu olduğuna kani olacağız ya da insanlık onuruna sahip çıkmaya ümitsizce devam edeceğiz. Lübnan’da yaşanan da bu ikiyüzlülüktü; ABD-İsrail işbirliğiyle gerçekleşen Lübnan işgali bu iki ülkenin çıkarları uğruna insanlık onurunu ayaklar altına aldı.”

Çok tanıdık bir hikâye: İsrail-ABD işbirliğinin Lübnan’ı işgali




20. yüzyıl neredeyse her on yılda bir yeni bir çağ yaşadı. Değişim ve yenilikler daha önce hiç bu kadar hızlı yaşanmamış; dünya haritası hiç bu kadar çok şekil değiştirmemişti. Bu yüzyılda iktisadi, siyasi ve toplumsal sorunlar hiç olmadığı kadar sarsıcı oldu. 21. yüzyıla gelindiğinde ise Soğuk Savaş’ın bittiği ve dünyanın, tek süper devlete itaate zorlandığı yeni bir dönem başladı... 21. yüzyılın da bir önceki yüzyıl gibi birden fazla çağa tanık olacağını ve belki de daha “hızlı” yaşanacağını düşünmek için pek çok sebep var.

11 Eylül saldırılarının miladı olduğu düşünülen/düşünülmesi beklenen süreç bunun en somut örneği. Ortadoğu’nun ise yeni yüzyılda dünya siyasetinde rolü pek de farklı görünmemekte, Ortadoğu çatışma sahası olmaya devam ediyor. Ancak yeni yüzyılda yaşananların nedenlerinin 20. yüzyılda aranması gerekiyor. Nazi soykırımından kurtulan Yahudiler, iki bin yıl önce kovuldukları “vaat edilmiş” topraklara, Filistin’e döndüler. Ben Gurion’un başkanlığında kurulan İsrail Devleti insanlık tarihi boyunca barış yüzü görmeyen Ortadoğu topraklarında şiddetin odak noktasını oluşturuyordu artık. İç savaşı, Suriye ve İsrail’in istilalarını art arda ve iç içe yaşayan Lübnan ise dünya tarihinin en büyük “ödül”lerinden biri olarak anılan Ortadoğu’nun bitmek tükenmek bilmeyen sancılarına gebeydi ve geride bıraktığımız yıl içinde kıyameti yeniden yaşadı…
Değerli kaynakların ve önemli arazilerin İsrail topraklarına katılması, Filistinlilerin yaşanılması imkânsız, dar ve yalıtılmış alanlara hapsedilmesi şeklinde uygulanan sistematik politikanın son ayağını, 2006 yılının ikinci yarısında ortaya çıkan Lübnan işgali oluşturdu.

Olanları kısaca hatırlayalım;
>>>24 Haziran günü İsrail kuvvetleri iki sivili (Usame Muammer ve Mustafa Muammer’i) esir aldı. İsrail devleti tarafından sivillere yönelik olarak gerçekleştirilmiş olan bu eylem, ardından gerçekleşen iki İsrailli askerin kaçırılması olayından niteliği açısından daha vahim bir durum olmasına rağmen, batı medyasında eksik ve hatalı yer aldı ya da hiç yer almadı.
>>>25 Haziran günü ise bu sefer Filistinli militanlar, İsrail silahlı kuvvetleri mensubu onbaşı Gilad Shalit’i esir aldı. Shalit’in esir alınması ise dünya kamuoyunca kınandı ve öfkeyle karşılandı. Burada karşımıza çıkan Batı ahlakının insancıl kaygılardan uzak çifte standardı aslında Ortadoğu’da yıllardır yaşanan sürecin sürekliliğinin en önemli nedenlerinden biri.
>>>12 Temmuz’da Lübnan sınırı yakınlarında 8 İsrail askerinin öldürülmesi, 2 İsrail askerinin kaçırılması ve Hizbullah militanlarının İsrail topraklarına katuşya füzeleri ateşlemesiyle doruk noktasına ulaşan “kriz”, İsrail’in alışkanlık haline getirdiği Lübnan’ı işgal etme, yakıp yıkma ve terör yaratma davranışlarıyla yeni bir hal aldı. Lübnan’ın limanlarının abluka altına alınması, kara ve havadan saldırılar yapılmasına karşılık olarak Hizbullah yaptığı füze saldırılarını arttırdı.


>>>13 Temmuz’da saldırılardan sonra Beyrut havalimanı uçuşlara kapatıldı.
>>>15 Temmuz’da BM’nin gündemine aldığı ateşkes çağrısı ABD’nin vetosu sonucunda reddedildi.
>>> 25 Temmuz’da İsrail’in hava saldırıları sonucunda Birleşmiş Milletler’e bağlı bir gözlemleme tesisi füzeyle vuruldu ve 4 BM personeli hayatını kaybetti
>>>30 Temmuz’da 37’si çocuk 60 kişi, gece yarısı düzenlenen bir saldırı sonucu Kana’da katledildi.
>>>4 Ağustos’ta ABD ve Fransa beraber hazırladıkları bir ateşkes önerisini Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne ilettiler. Savaşın durması halinde Lübnan topraklarında bulunan İsrail askerlerinin geri çekilmesini öngörmeyen tasarı, Lübnan hükümetince kabul edilemez bulundu.
>>> 11 Ağustos’ta Lübnan başbakanı Fuad Sinyora’nın adını taşıyan Sinyora Planı da göz önünde tutularak daha önceki tasarıda değişiklikler yapılarak 1701 sayılı karar Güvenlik Konseyi’nde kabul edildi ve taraflar “şiddet eylemlerini durdurmaya” çağrıldı.
>>> 12 Ağustos’ta Lübnan ve Hizbullah kararı kabul etti.
>>>13 Ağustos’ta İsrail kararı kabul etti.
>>>14 Ağustos sabahı ateşkes yürürlüğe girdi.
>>>19 Ağustos’ta İsrail ordusu Bekaa Vadisi’nin doğusundaki bir köye silahlı saldırı düzenledi.
>>>7 Eylül’de İsrail Lübnan’daki ablukasını kaldırdı.
>>>2 Ekim’de İsrail tüm askerlerini Lübnan topraklarından geri çekmişti.


İsrail, ateşkes ilan edilene dek saldırılarına aralıksız devam etti, Lübnan’da 1000’in üzerinde İsrail’de 50’ye yakın sivil öldü. 1 milyondan fazla sivil evinden oldu. Alt yapısı yerle bir edilen Lübnan 2 ay içinde, daha krizin başlarında İsrail Genel Kurmay Başkanı korgeneral Dan Halutz’un savurduğu o tehdit cümlesindeki gibi, 20 yıl öncesine dönüverdi.(1)

Ortadoğu’nun yabancısı olmadığı bu “kriz”, adının konulmasıyla anlamlı hale geliyor. Yaşananları tanımlamak için hangi sözcük daha uygun? Savaş mı? Ortada iki ülkenin silahlı kuvvetlerinin çatıştığı bir savaş görünmüyor. Saldırı sözcüğü tanımlama açısından daha uygun, Birleşmiş Milletler’in 1974’te hazırladığı, 8 maddeden oluşan, saldırı tanımı yapan metindeki 3. maddede sayılan eylemler ve tutumlar, Lübnan’da yaşananları karşılıyor.(2) Fakat “İsrail’in Lübnan’a saldırısı” demek de bir bakıma haksızlık; çünkü aynı güçte ve etkide olmasa da Lübnan’dan İsrail’e gelen, meşru müdafaa niteliğinden uzak, saldırılar var. Sanırım en doğru tanımlama Lübnan’a yönelik bir İsrail-Amerikan işgali. Peki, ABD ve İsrail Lübnan’da neyin peşinde? Yaşananların temelinde İsrail-Filistin gerginliği yatıyor. ABD’nin yanlı tutumu, sorununun çözümsüzlüğünü ve İsrail’in saldırılarını beraberinde getirirken, uluslararası arenada desteklenen iki devletli çözüm ise bu nedenle gerçekleşebilir görünmüyor. İsrail ve ABD ise çözümü Hizbullah’ın yok edilmesinde buluyor. Hizbullah ABD ve İsrail tarafından yok edilmesi gereken bir yapılanma olarak görülürken; Hizbullah Suriye, İran ve Lübnan için bambaşka anlamlar taşıyor. Suriye ve İran için İsrail’e karşı bir koz olan Hizbullah, Lübnan halkı içinse bir kurtarıcı olarak yükseliyor. Burada ABD–İsrail işbirliğinin içine düştüğü hata göze çarpmakta; Hizbullah’ı öldüremeyen güçlendiriyor ve Irak’ın işgaliyle ortaya çıkan öfkeli mücahitler benzeri yeni bir nesil ortaya çıkıyor. ABD “haydut devlet” olarak tanımladığı devletlerle olan savaşında aradığı meşruiyeti “dünya düzeninin korunması” ve “barışın sağlanması” söylemlerine dayandırsa da Soğuk Savaş sonrasında yeni düşmanların yaratılması bu temeli sarsıyor; çünkü ABD “müdahalelerinin” hiçbiri, Lübnan örneğinde tekrar görüldüğü gibi, düzeni ya da barışı sağlamıyor aksine ABD’nin elini attığı her yerde karmaşa ve savaş hüküm sürüyor.


Uzlaşmamız gereken bir ikiyüzlülük var ortada: Ya dünyanın çıkar üzerine kurulu olduğuna kani olacağız ya da insanlık onuruna sahip çıkmaya ümitsizce devam edeceğiz. Lübnan’da yaşanan da bu ikiyüzlülüktü; ABD-İsrail işbirliğiyle gerçekleşen Lübnan işgali bu iki ülkenin çıkarları uğruna insanlık onurunu ayaklar altına aldı. İran-Irak savaşı sırasında Irak’ı destekleyen, Irak’ın kimyasal silah kullanmasını teşvik eden ABD, bugün aynı ülkeyi “haydut devlet” olarak ilan edip, silah zoruyla demokrasi dayatıyor, Lübnan’ın altyapısına verilen zarara, savaş suçundan öte anlam taşımayan katliamlara, açık destek veriyor. Güçlülerin önemsemediği, güçsüzlerin ise uygulamada yalnız kaldığı uluslararası hukukun ise silah satışından elde edilen gelirden bile daha az hüküm sahibi olduğu görülüyor. İşte bu yüzden uzlaşmamız gerekiyor çoktan yüzleştiğimiz bu ikiyüzlülükle; çünkü ABD’nin resmi politikasında tekrar tekrar açıkladığı o “seçme hakkı” (ya bizimle olursun ya da yok olursun!) bizim de içinde bulunduğumuz “geri kalan” dünyayı ilgilendiriyor. Önleyici saldırı doktrininin bundan daha masum bir anlam taşıdığını düşünmek naiflik olur. 11 Eylül saldırılarından hemen sonra, Afgan halkının açlıktan kırılmasına bir nebze engel olan Pakistan yardımlarının kesilmesini isteyen ABD, “barış” algısına ne terörle ne de ikiz kulelere yapılan saldırılarla uzaktan yakından ilgisi olmayan binlerce insanın ölmesini umursamayacak kadar kalın çizgiler çiziyor. Sonuç olarak “ayrım gözetmeden, orantısız kuvvet kullanarak uluslararası insancıl hukuku alenen ihlal etmek, sivillere ve sivil nesnelere kasten düzenlenen ölümcül saldırılar düzenlemek” ile suçlanan İsrail, Lübnan’dan isteklerini gerçekleştiremeden yani bir anlamda savaşını kazanamadan ayrıldı. Hizbullah’ın ve İsrail’in kazandıklarını iddia ettikleri “savaş” henüz bitmedi. Suriye’nin ve İran’ın takınacağı tavır bölgede belirleyici olacak. Bu iki ülkenin ortağı olmadığı bir barış, İsrail’in de Lübnan’ın da sürekliliğini koruyamayacakları bir barış olacaktır. Tabii bölgede kalıcı bir barıştan bahsetmek için çok erken, bölge ABD’nin ve direnenlerin çatışma sahası olmaya devam edecek gibi görünüyor.

Perşembe, Aralık 14, 2006

"Falan filan" olmak ve "Gayet Mülkiye" olmak arasında Mülkiye [Popüler Kültür'de Anlam Endüstrisi ve Mülkiye]

Bir Dönem Modası Olarak Popüler Kültür Eleştirisi

Radikal 2 Gençlerden sayfasında 2004 yılında ardarda yazı yayınlatma şansı yakaladım. O sıralar entelektüel modası: "popüler kültür eleştirisi"ydi. Can Dündar Milliyet için yalnızca bu türden yazılara yer veren "Popüler Kültür" ekini çıkartıyor, zagalardan gaglara, ekşi sözlük benzeri siteler de-eleştirilen televolenin kendisinde bile- hemen her yerde bu entelektüel modanın rüzgarları esiyordu.

Paranoyamıza hizmet etmediği günlerde, popüler kültür analizi bir özgürleşme aracıydı. Kimi ve neyi, neden ve kimden özgürleştiriyordu? Eşitsiz bir enformasyon (kasıtlı yanlı ve çarpıtılan bilim yaratmayan, sistemsiz "bilgi") bombardımanı altındayken, bu enformasyonun boşluğunu, başarısız söylemi alaşağı ediyor ve insanlara didaktik bir hakikat gösterisi yapmadan, onlara kendi hakikatlerini kurmaları için boş alan açıyordu. Ve sağladığı imkan ile popüler kültürü konuşurken siyaseti, resmi tarihi, resmi ideolojiyi, resmi ve resmi olduğu için doğru olmak zorunda olan her şeyi eleştirebiliyorduk. Beyaz Türk- Siyah Türk diyerek, Kürt Sorununa- Gelir Eşitsizliğine-(simmel'yen bir tabirle) Moda ve Statü savaşlarının hepsine birden değiniyorduk. "Türkün Aklı" "Türksün di mi?" mottolarıyla yazılan sözümona övücü ve sevimli mizah kitapları ve karikatür derlemeleri bir milli kimlik ve toplumsal gerçeklerin uçurumuna dair en ciddi eleştirileri (kautsky'nin o meşhur deyimiyle) uçağın içinden yaptılar Bu popüler kültür eleştirisiyle kınından çıkardığımız- ki o zamanlara kadar bütünüyle bir toplumu ve kültürü özgürce düşünmek bölücü yaftası yemek için yeterliydi- ve paslanmaya yüz tutmuş sosyolojik imgelemimiz yavaş yavaş ışıldamaya başlarken, bir anda bu ideoloji eleştirisinin ışıkları söndü.

Işıkların söndüğü gün Derya Tuna'nın vurulmasından sonra toplanan MGK'nın kararlarını açıkladığı gündü: tek suçlu bu tele-vole kültürü... MGK gibi gücünün kadir-i mutlak (her şeye yeterli) olduğunu düşündüğümüz bir güç tele-vole karşısında göreli güçsüzlüğünü ilan etti. Topu tele-voleye atmak bu olaydan sonra sık başvurulan bir hile oldu. Resmi İdeoloji popüler kültür eleştirisinin gücünü arkasına aldı ve bundan sonra tüm süreçler apaçık görüneni "basının uydurması" diyerek gizlemek için işledi.

Bu MGK toplantısından sonra Popüler Kültür Eleştirisi, bize gerçekleri göstermek yerine paranoyamıza hizmet etmeye ve olayları kapamamıza başladı. Cemaati, Cübbeli Hoca'sının Malta tatili görüntülerine "külliyen fotomontaj" dedi, Şemdinli Olayları Roj Tv provokasyonu olarak tanıtıldı ve Kürt sorunu için elimizden gelen en büyük ve "en sosyal çözüm" Roj TV uydu sinyallerine parazit atılmasıydı. Yıpratılmak istenen bakanlara rasladık ama tele-vole kültürü yıpratmak istediği için o bakanlar yerlerinde kaldılar. Başbakan bir çiftçiye kameraların önünde: "ananı da al git ulan!" dedi ama olay bir tele-vole provokasyonu "külliyen mizansen" olarak değerlendirildiği için kimsenin başı ağrımadı.

Popüler kültür eleştirisi ideolojik bir çarptırma gördüğü her yerde (amerikan esprilerindeki gibi) "ideoloji bu, aptal!" (that's ideology,stupid!) diyerek ideolojinin gizlendiği formlar ortaya çıkarmayı amaçladı. Türkiye'de resmi ideoloji her yerdekinden daha akıllı çıktı "televole bu, aptal!" "provakasyon bu, aptal!" "mizansen bu,aptal!" "karalama bu, aptal!" diyerek kusurlarını gizleyip kendisini restore etti. Susurluk ile başlayan bir (Metin Üstündağ deyimiyle) Kamyon Rönesansı, Çiller'in "devlet için kurşun atan da ..." sözüyle ters tepip bu olaya adıyla karışan hemen herkesi sonraki seçimlerde halkın omuzlarında meclise taşınması gibi bir hazin sonla bitti, Kurtlar Vadisiyle hipergerçek kahramanlara adaklar adayan bir topluma dönüştük. Kendini mesih ilan edip papa vuran bir adamı "hesap hatasıyla" dışarı salıverdiğimiz gün, "Milli Mesihimizi" Türk bayrağı açarak, alkışlarla hapishaneden çıkardık. Yanlış hesap Bağdattan dönmeseydi "kazara" gelecek seçimlerde milletvekili de olabilirdi. Son sözüm bu entelektüel modanın, Susurluk Kamyon Rönesansı ile aynı sonu paylaşmaması dileğim ve "özgürleşmek isteyen zihinlerin" yeni dalga ve daha etkin silahlar bulması umudumdur. Ergo (Öyleyse) Matrix Reloaded.

"Mülkiye bu, Aptal!"

İşte popüler kültür eleştirisinin daha darbe yemediği en canlı zamanlarında, BBG'lerin ve Popstarların sosyologlara labaratuar olduğu ve sonuçlarla yalnızca kamera önünde içeri tıkılanların değil, dışarda tıkılı kalan popüler tüketicilerini veya tüketmeyicilerini de analiz edebileceğini keşfettiği zamanlarda şöyle sorular alıyordum: "Popstar Barış da Mülkiyeliymiş bu konuda bir yazı yazmayacak mısın?" Ben Barış olayını tüm diğer Mülkiyeliler gibi sürece bırakıp sonucu bekleyerek yer yer de endişeli gözlerle izliyordum. Mülkiyelilerin cep telefonlarından oy atarak Barışı destekleri mitini bir kenara atıyorum. Aslında bu böyle olmadı. Barış'ı keşfeden öğrenci işleri panosuna: "okulumuz bilmemkaç nolu öğrencisi Barış .... Popstar'da yarışmaktadır". duyusunu asmasıyla o sancılı süreç başladı. Mülkiyeli televole muhabiri, Mülkiyeli Manken, Mülkiyeli Talk Showcu gibi gelecek ürünleri düşünüp düşünüp tedirgin olduk. Mülkiye popüler-kültür ile ilk sıcak temasını yaşadı ve bu sıcak temas yabancı basının bile ilgisini çekerek tek bir mülkiyeli herhangi bir yerde Barış için kalem oynatmadı- mülkiyeliler entry girmişlerse özür dilemeye hazırım. Barış'a güvenmemiz (ki sonra bunun sebebini de anlatacağım) bir yana, popüler kültürün iğretiler toplamının bir parçası olma korkusu bir yana, popüler kültür haklı haksız korkularımız bir yana mülkiye ruhuna tersti. Mülkiye popüler kültüre değil akademik camiaya ve bürokratik elite adam yetiştiriyordu. Her ne kadar bugünlerde "idealist akademisyenler ve siyasal meselelere kafa yoran entelektüeller yetiştirmekten vazgeçelim, bürokratlar ve özel sektör profesyonelleri yetiştirelim." "bunlar entel-dantel dersler, bize kpss'de ve iş sınavlarında yaramıyorlar", "siyaset bilimi derslerini diğer bölümlerden kaldıralım" "işletme bölümünü işletme teknik yüksek okuluna dönüştürelim", "siyaset bilimi ve kamu yönetimi adı altında bir Kamu Hukuku meslek yüksekokulu okutalım" türü (askeri tabirle) stratejiye (efemine tabirle) vizyona kafa karışıklıkları yaşanıyorsa da okulun amacının Popstar yetiştirmek olmadığı açıktı. Bizim zaten her Aziz Köklü Salonu ve playback Mülkiye Marşı temalı inek bayramını "One Man Show"a çeviren çok atletik bir Popstarımız varken ikincisine ihtiyacımız yoktu. (Onun icraatlarına da yazımın ilerleyen bölümlerinde yer vereceğim)

Hani Baudrillard popüler kültürde şeylerin anlam yükünden bağımsız ilk ortaya çıktıkları an (ki bu tam da ne olduğunu anlamadığımız iki mor nesnenin vadaa dediği ve bu reklamdan hiç bir şey anlamadığımız ilk günlerdir.) ve toplumsal bellekte hiç bir kalıntı bırakmadan silindikleri son an için iki önemli an der ya... Öğrenci işleri panosunda büyük puntolarda Barış ilanını gördüğümüz an bir ortaya çıkış anıdır. Bu kuşkusuz... Ama ya silindiği an... Bu hazin hatırayla yüzleşmemiz lazım. O sahneyi tespit etmem istense "Mülkiye, Mülkiye" diye tempo tutanlar karşısında Barış'ın durakladığı andır. Onun öncesinde Barış'ın "Siyasal Bilgiler Fakültesi mi? Siyasal Bilimler Fakültesi mi?" diye kameralar önünde kafa karışıklığı yaşadığı an bile bir şey değildir. Ankara Üniversitesi Rektörü Nusret Aras da aynı kafa karışıklığını yaşar. İnek Bayramlarında Mülkiye dememek için taklalar atar ve o "Sevgili Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrencileri" dedikçe bir topluluk da içinden "Mülkiye bu, Aptalll!" der. Barış'a o an bir Nişantaşı-Etiler veya Caddebostan Cadde-i Bağdat ortak tabiriyle "kal gelmiştir"... Haldun Dormen bir kültür adamı olarak Barış'a müdahele eder ve "bak! Mülkiye bu, Aptal! Okul arkadaşların gelmiş sana tezahürat yapıyorlar" o an belki de bir tarihi kazadan döndük. Söylemesi gereken sözü ben Barış'a söyletiyorum "Mülkiye mi? Cebeci'de çok basket maçlarına gittim.Nasıl gidiyor ligde durumu? Hakkaten çok merak etmişimdir: Neden bizim fakültenin basketbol takımına Mülkiye diyoruz?"

Bu soruya karşı çok şükür Can Dündar yapımlı bir belgeselimiz ve İnek bayramlarında playbackten okunan bir marşımız var. Bunlar da olmasa cemaat hazinemizden popüler kültüre ne kalacak ?

Fakülte basketbol takımımızın adı neden Mülkiye?

Elbette Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi demek yorucu geldiği için değil. Bunu her İnek Bayramı Kürsüsünde sıkılmadan zevkle söyleyen rektörlerimiz oldu. Kelimenin kökeni üzerine bir tarihsel analiz yapmam da gereksiz. Sadece şunu söylemek istiyorum: Mülkiyelilik bir aidiyettir, bir topluluğu, o topluluğun kimliğini, o topluluğun geçmişini, o topluluğun geçmişinden bugüne yarattığı değerleri ve bu değerler etrafında hareketlerini ifade eder veya hiç bir şey ifade etmez. Biz hareket etmedikçe, kendimizi, varoluş imkanlarımız ve nedenlerimizi sorgulayıp, amaçlarımızı yeniden belirlemedikçe hiç bir şey ifade etmeyen bir "boşgösterendir" mülkiyelilik kavramı. Ve mülkiyelilik mülkiyeli cemaate aidiyet hissiyle ve değerlerine bağlılık üzerinden kurulur. Her cemaat dili gibi mülkiyelilik de kendi içinden kendi diliyle kavranabilecek bir şeydir. Ve mülkiyelilik elbette ki kuşaklarla değişmektedir "kasvetli koridora, siyah beyaz fotoğraflı, zamanın uğramadığı ve hiç bir şeyi değiştirmediği müze koridoruna" bakmak bu değişimi anlamak için yeterlidir. Resimler, yüzler, dönem modası değiştiği gibi cemaatin siyasal eğilimleri de değişmekte ve şekillenmektedir. Altın 68 Kuşağı mitine göre her siyasal görüşten kilit yerlere gelmiş bir mülkiyeli bulunabilir ve mülkiyelilik bu görüşlerden hiç birine eşitlenemez ve hiç kimse dışarıda bırakılamaz. Ben her ne kadar onu ÖTEKİ olarak görsem de İ.Melih Gökçek ile aynı cemaattenim, bunu öğrendiğimde inanmak istemedim ama ispatladıklarında yapacak hiç bir şeyim yoktu. Acı gerçeklerle karşılaşmamak için ürettiğimiz ve hareket ettiğimiz değerleri kendi adımıza kendi tarafımızdan tek yönlü yorumlamamalı ve çeşitliliğimizi (bazen hoşgörü sınırlarımız zorlanabilir ama) tek sesli olmayışımızı da akılda tutmalıyız.

Mülkiye mezunları arasından bir ortak özelliği çekerek, sonsuz sayıda kümeleme yapabiliriz ve üstüne "işte budur mülkiyelilik" diyebiliriz. "İşte budur mülkiyelilik" Mehmet Ağar ve Abdullah Öcalan yanyana... Mülkiyelilik adına en iğrendirici iki şeyi çekip yanyana koydum. Bunu yaparken amacım kesinlikle mide bulandırmak değildir. Mülkiyeyi tektipte adam yaratan, insan kaynakları piyasasının talebine göre formasyon veren ve iş hayatına salan bir okula dönüştürme fikri de aynı şekilde iğrençtir. Sadece bunu vurgulamak istiyorum.

Özetle ister Mülkiye, ister "Ankara Üniversite Siyasal Bilgiler Fakültesi Mezunları ve Öğrencilerine verilen ve anılması yasaklı isim" adına konuşalım, hangi ad üzerinden konuştuğumuzdan daha önemli olan şey anlam yaratım faaliyetimizdir.

Bir Anlam Endüstrisi Olarak Popüler Kültür

İdeoloji ve Popüler Kültür daha ne oldukları tüm çıplaklığıyla konuşulup kavranmadan: iyidir, kötüdür, Marks kötü anlamda kullanmış demek ki kötüdür, Ancak işe yarıyorsa iyi olabilir, Şimdiye kadar işe yaramadı demek ki kötüdür, türü fikir yürütmelerin döndüğü bir alandır.

Tanımlarken de "ideoloji yanlış bilinçtir demiş metinler, demek ki kötüdür." "Popüler kültür hakim sınıfın ideolojik çıkarlarının dayatıldığı bir alandır" ve bu iş bitmiştir yani ikisi de kötüdür. Selametimiz açısından alınacak tavır bu lanetlilerden uzak durmaktır.

İdeoloji kelime anlamıyla düşünce bilgisidir. Herkesin bir düşüncesi, dünya görüşü (tüm sistemsizliklerine ve tutarsızlıklarına rağmen) vardır. "Resmi İdeoloji" denen şey sağladığı dünyaya bakış imkanları ve imkansızlıklarıyla düşünülmelidir. İmkansızlık kadar imkana da vurgu yapılmalı!!!! Resmi İdeoloji eleştirisinde de karşı bir ideolojiin imkanlarıyla düşündüğümüzü gözden kaçırmamalıyız.

Popüler kültür de popülerin (o çok özendiğimiz Latin Amerika Devrimcilerinin ve Yükselen Latin Amerika Solunun deyimiyle populares'in) halkın kültürüdür. Ne ölçüde halkın oluşturduğu veya halkın edilgen tüketiciler olduğu tartışmalı da olsa asla ve asla (en büyük şekillendiricisi olsa bile) hakim sınıf düşüncesine eşitlenemez.

Cem Eroğul, Marksist literatürden ilk Türkçeye çevirisini yaptığında bir nesil sınıf bilinci kazanmadı. Ama bir nesil sınıf savaşı denen şeyden Cem Karaca'nın "Tamirci Çırağı" şarkısıyla haberdar oldu ve sınıf bilinci denen şeyi kazanması için "işçisin sen işçi kal" sözünü bir şarkı içinde yüzlerce kez tekrar etmesi gerekti ve bu eylemini bir İşçi Bayramı mitinginde değil, grevde değil popüler kültür eğlencelerinin tam göbeğinde yaptı. Elbette bu da dilin kısıtlılıkları içinde erişen bir mesajdı. "Ülkemizde Memur Sınıfının Sorunları" türü ifadeler bugün de dolaşıyor, "Banka ve Sigorta İşçileri Sendikaları" bir yandan işçi olmak sadece "ayın birinde" maaşı bankamatikten almak gibi bir unsurla da anlaşılabiliyor.(Buna yapılacak itirazlara karşı "işçi falan filan" ve "gayet işçi" türü iki popüler-ontolojik kavramla karşılık verebilirim. Az Sonra...)

Popüler Kültür bir anlamsızlık değil anlamı yeniden üreten, kitlelere dağıtan ve anlam endüstrisidir. Anlam savaşları popüler kültürün tarihidir. Popüler Kültür, Levent Kırca'dır, Ferhan Şensoy'dur, Cem Karaca'dır, Ahmet Kaya'dır, İsmet Özel'dir, Nazım Hikmet'tir. Aynı zamanda medya tekellerinin pompaladığı televolelerdir, magazinel bilme, görme biçimleridir. Popüler kültür hiç bir parçasına eşitlenemeyecek kadar bir zenginlik taşır.

!!!!!!Asıl korkulması gereken anlam üretimine girilmediği anlamlar piyasadan kaldırılıp yeniden piyasaya sürülmediği ve anlamın bir şey üretmeden sermayeden yediği anlardır. Ben bu anlamsal olarak bir şeylerin içinin boşalmasının, popüler kültürde yetersiz anlam üretiminin iki tehlikesi üzerinde durmak istiyorum

"Anlam Falan Filan" ve "Gayet Anlam"
Popüler Kültür Ontolojisinin Krizleri

Şeyler dünyaya anlamlarıyla gelmez onlara anlamlarını biz atfeder biz onlardan bir şeyler anlar ve anlamlarını üzerine yapıştırırız.

"Anlam falan filan"la ilk karşılaşmam mülkiyede bir derste soru sormak isteyen arkadaşımın sayesinde oldu. "Fransız Devrimi ilkeleri Özgürlük, Eşitlik falan filan..." Bu söz daha sonra bir sitcom karakteri tarafından "oha filan" "öh filan" "yuh filan" şeklinde kullanıldı ve Cadde dilini yeniden popüler kültür alanında üretti.

"Gayet anlam" ise geçenlerde Bağdat Caddesinde bir yürüyüşümde o gün içerisinde tesadüfen üç kez duyduğum, bana sorarsanız yeni bir dilsel yapıdır. "Benim annem gayet kafadır""Benim kedim gayet kedidir" "Hiç de bile Tekel birası gayet biradır"

Doğru kullanımları bir yana ben bu "dil devriminin" felsefeye yansımasını göstermek istiyorum

Bu iki durum bir üretimsizliğin iki ucudur. Anlam üretiminin bitirildiği anda gayet anlamlar ve anlam falan filan'lar ortaya çıkarlar. Doğada gayet varlıklar veya varlık falan filanlar yoktur, sosyal evrende de aynen öyle. Ama bu dilsel çözülüş ve anlam üretmeden anlamları buzluktan çıkarıp defalarca kullanma hali gayet bizleri veya biz falan filanları yaratır. Anlam üretmeden var kalmak istiyorsak "gayet biz" oluruz, kendimizi tanımlayıp anlatamıyorsak tüm çabalarımıza rağmen popüler kültürün anlam oyunlarında başarılı olamıyorsak "biz,onlar, falan filan" oluruz. ikisi de aynı yetersizliğin iki farklı göstergesidir. "Gayet biziz" derken başkalarınca "siz,onlar,falan filan" diye tanımlanabiliriz. "Gayet biz" sayılmak da amaç olmamalıdır, çünkü bizi biz yapan ne varsa dereceleri olmayan, sadece biz olarak anlaşılmamız ve kendimizi dünyaya öyle tanıtmamızdır.

"Mülkiye falan filan" ve "Gayet Mülkiyeli"

Anlam üretmeden toplumsal hafızamızın buzluğundaki eski mülkiyelilik biçimlerine göndermede bulunarak hayatta kalmayı seçenlerin tercihi Gayet Mülkiyeliktir. Gayet Mülkiyelinin değerleri nelerdir?

anlam üretmeyen veya mesajını yeterince ulaştırmayanların referansta bulundukları şeylerden örnek verelim:

Celal Göle, Orta Kantin, Çimler, İnek Parti, falan filan
Çaycı Sulhi, İnek Heykeli, falan filan
Bürokrasi, KPSS İş Sınavları, falan filan
Siyaset, Siyasi Tarih, Sosyoloji, falan filan
Uluslararası İlişkiler, Türk Dış Politikası, falan filan
-----

işte bu falan filanlar'la tanımlanan mülkiyeden "kendisine yakışanı" seçip beğenip aldığımız sürece mülkiyeden onu anlayan "gayet mülkiyelileriz".

Bu falan filan'ı mülkiyelilik sorunlarına uygulamayı aklıma getiren "ODTÜ, Mülkiye falan filan da komünist yetiştiriyor onları kapatalım" diyerek Mülkiye'ye iltifatların en büyüğünde bulunan milletvekiline teşekkür etmek istiyorum.

Gösteri Toplumunda
Bir Mülkiye Gösterisi
"One Man Show" olarak
Protokollü İnek Bayramı

Pek çok mülkiyelinin tersine ben 2006'da ertelenen, protokollü ve Aziz Köklü ritüelli yapılmayan bir inek bayramını bir talihsizlik olarak değil öğrenciler ve okul yönetimi adına tarihi bir fırsat olarak görüyorum. Geleneğin bu şekilde biçimlendirilişi gereksiz yere uzamış bir samimiyetsizlikti. İnek Bayramı bir program dahilinde taa 9:30'da hiç de adil olmayan ve neye göre düzenlendiği anlaşılmayan bir konuşma sırasıyla Aziz Köklü'de protokol konuşmalarıyla, her protokol konuşmasının ruhundaki bir vazifeyi ifa etmek için yapıldığı anlaşılan havayla yürüyor sonra bir "hadi gevşeme zamanı" geliyor ve gösterinin en sempati çeken kısımları başlıyordu.

Bu One Man Show kısmını icra eden okul yöneticisi senede bir gün anchorman'lik özlemlerini tatmin ediyordu. Show'da yer yer icraatın içinden havaları (kaç bilgisayar alındı bilmem ne edildi) yer yer entelektüel ve kültürel analizler ( Bu İnek Bayramı Doğunun ve Batının bir sentezidir. Dua ve Fermanlar doğu yanını, Konser ve Etkinlikler batı yanını temsil etmektedir) ile devam eden konuşmalarkısa kes aydın havası olsun bakışları geldiği zaman her zamanki möööcüklerim ile başlayıp süren konuşma metni girerdi. Ve sınav zamanının geldiği müjde edilirdi.

İnek Bayramı, mülkiyenin, popüler kültüre ve medya alemine en büyük ihracatı haline getirilmişti. Gösterinin süslü püslülüğü bir reklam, bir pazarlama aracıydı. Ama sonrasında ön plana çıkartılanlar sadece ama sadece inekli bir yürüyüşü olan bir kampüs şenliğiydi. Yaz şenliğiydi. Ama içi ne kadar doluydu ve gerçek inek bayramı bu muydu? Celal Göle'ce de ifade edildiği üzere İnek Bayramının asıl özü bir hiciv bayramı olması ise, dönüştürmeyen eleştiri, harekete geçirmeyen, teşhis koymayan, insanları etrafına toplamayan bir akıl ürünü neye yarar.

Sonrasında televizyon kameraları canlı yayın araçları ve ünlü konuklar.... Bu ünlü konuklara ve kameralara kütüphanemizi gezdirebiliyor muyuz? Okul içinde "çöp atmayın" yazılı kovaların mantığını anlatabiliyormuyuz? (O kovanın altı yıldır var olduğunu biliyorum kimse kimseyi kandırmasın. Belki de o kova bu okulda benden de eskidir.) Turistik ve göstermelik mülkiyede getirdiğimiz konukları, basın elemanlarını siyah beyaz resimli kasvetli koridorda dekanlık katında örnek sınıflarda gezdiriyoruz ve onlar da köşelerine mülkiyeden izlenimler karalıyorlar....

Bu bir gösteri toplumu ürünü değil mi? Bu gösterinin biz de her defasında parçaları olmuyor muyuz? Gösterdiğimiz mülkiyede mi yaşıyoruz? Gösterdiğimiz mülkiye aşırı yüklü bir yağmur anında orta kantininden su almaya başlıyorsa evet.

Bu one man show içerisinde rutinleşmiş halini eleştirsem de Celal Göle "gayet mülkiyeli" olduğundan şüphem yoktur. Bilgisayarlar, İnternet falan filan konusunda "gayet dekandır".
Okulun gayet eksikliklerini gayet hızlı bir şekilde giderirken mülkiyelinin tarihi sorumluluğu, mülkiye kimliği, mülkiye geleneği falan filan güme gitmektedir.

2006'da, "öğrenci yönetim elele" daha iyiye gittiği Filli boya tozpembesi bir yanılsamadan uyanarak, yönetime rağmen öğrenciler "sen olmasan da yaşatırım ben bu aşkı" diyerek okul bir İnek Bayramı kutladı. Sade, gösterişsiz ama her zamankinden farklı olduğu, protokol sıralarından ve adet yerini bulsun konuşmalarından kurtulmuş, izin verilen sınırlı eleştirinin değil gerçek eleştirinin hakim olduğu bir İnek Bayramı yaşandı. Bundan sonra protokol sırasını ve Aziz Köklü Salonunu terkedilecek, hocalarımız ve asistanlarıyla ferman okunurken gönüllerimizdeki yerinde protokol sıralarında değil, bizim aramızda yerini alacak. Benim umudum bundan sonra böyle inek bayramları görmek.

Adettendir ya
Sonuç falan filan

Bir geleneğin ve sağlam değerler üreterek kendisini ortaya koymuş bir mülkiyeliliğin "kimliksizleşmesi" bana iyimser ifadeler gibi geliyor. Mülkiyelilik yeni ellerde şekillendirilendirilirken "Gayet Mülkiyeli" bir kimlik yaratılıyor ve "içinde yalnızca mülkiye ruhu olmayan bir mülkiye"ye doğru adım adım gidiyoruz. Maalesef ruhu yok... Binlerce falan filan var.

İnek Parti eleştirilerinde göze çarpan "Devrimci Gelenek" sözünde devrimin ve geleneğin bir aradalığı çelişki midir? Dünyanın neresinde bu sözü etseniz, bir tarafta geleneği devirmeye gelen devrimciyi, bir tarafta geleneği ve ikisinin biraradalığının çelişkilerini düşünür ve kişilik bölünmesi yaşayan şizofrenler veya devrimcilik oynamayı alışkanlık edinmiş bir grup çocuktan bahsedildiğini zanneder. Mülkiye içinden, mülkiye dilinden bakıldığında bu mülkiye gerçeğinin ta kendisidir. Devrimi gelenek, geleneği devrim olmak mülkiyenin asıl dinamiğidir. Mülkiye kendi oluşuna kendi anlamlarını üretme mücadelesinde bu samimiyetsiz gösterilerle değil tarihi ve değerleriyle , yetiştirdiği düşünürleri ve düşünceleriyle ayakta kalacaktır.

Özetle ister Mülkiye, ister "Ankara Üniversite Siyasal Bilgiler Fakültesi Mezunları ve Öğrencilerine verilen ve anılması yasaklı isim" adına konuşalım, hangi ad üzerinden konuştuğumuzdan daha önemli olan şey anlam yaratım faaliyetimizdir.

Cuma, Eylül 01, 2006

ankara metrosu savaşları


Müslüman olmak kendinizi kötü hissetme nedeniniz olabilir mi? Bu ülkede yaşayan birçok insanın böyle bir derdi var çünkü. Hele başkentimizde laiklerle gerçek(!) müslümanlar arasında hergün gizliden gizliye bir savaş dilerseniz cihad yaşanıyor. Ters bakışlar, bayrak gibi dalgalanan mini etekler, türbanlar... Bu ülke sessiz savaşların ülkesi aynı zamanda simgelerin, dillerin, dini pratiklerin, tercihlerin savaşımı son hızla devam ediyor her an...

Bu savaşların en zorlu geçtiği yerlerden biri Ankara metrosu (Ankaray diye de bilinir). Cuma günü işiniz denk düşer de namaz vakti metroya girerseniz, bir kalabalıkla karşılaşırsınız -eğer Ankara’nın acemisiyseniz benim bir zamanlar olduğum gibi- şaşkınlık içinde olan bitene bakar, onlarca insanın metronun içindeki mescidin önünde, etrafında sizin yolunuzu, yerlere serdiği gazeteler üzerinde namaz kılarak, kestiğini görürsünüz ve yola devam edersiniz, sizden başka kimsenin neden şaşırmadığına şaşarak. Sonra metronun içinde ezan sesi duyar ve dışardan geldiğini düşünürsünüz ama hayır hoparlörlerden gelmektedir ses... Bütün bunlara anlam yüklemek çok zor değil ancak bu savaş yüksek sesle söylenmediği ve dillendirildiği anda yüzünüze demokrasi tokadı yediğiniz için; artık o kadar da masum değil. Kurtuluş durağında türbanlı bir kadın bilet kesiyorsa ne gam.... Yalnız azınlık-çoğunluk değişimi burada önemli çünkü bugün hoşgörü isteyen yarın azınlık olmaktan kurtulduğunda hoşgörüsüzlük timsali olabilir, olacaktır da... Üniversiteye türbanla alınmamanın cezasını, sizi başı açık almayarak ödetecektir, meclisten türbanlı milletvekilinin, başbakanın söylediği "bu kadına haddini bildiriniz" sözleriyle, kovulmasını size sokaklarda başınız açıksa haddinizi bildirerek ödetecektir... Bu savaş yaratılmıştır. Sorumsuz siyasetlerle bu ülkede gerilim hat safhaya ulaştırıldı, yıllardır...

"Ankara meydan muharebesini" anlamak için son bir örnek daha vermek yerinde olur; 2006 yılının başından itibaren Ankara metrosunun Kızılay durağında "yaşayan fosiller" adında bir sergi vardır. Şimdilerde ardında Adnan Oktar'ın fahri başkanı olduğu Bilim Araştırma Vakfı'nın bulunduğu ortaya çıkan bu sergi, anti-Darwinist söylemleriyle Ankaralıları pek de şaşırtmamıştı aslında, evrim teorisinin metroda çürütülmeye çalışılması savaşın somutlaştığı noktalardan sadece bir diğeriydi...

Şimdi sorunun yanıtına gelelim, Müslüman olmak kendinizi kötü hissetme nedeniniz olabilir mi? Benim için oluyor sokakta, deniz kenarında, metroda bu ülkede bir şeyler yanlış gidiyor. Her birimiz giderek kızışan bir savaşın askerlerine dönüşüyoruz , o kadar muğlak bir o kadar da çetin ki bu dönüşüm farkına dahi varamıyoruz sürüklendiğimiz kazananı olmayan sonun. "Olacak ama nasıl, kanlı mı kansız mı" sözleri akıllara geliyor ve galiba bu sefer kansız oluyor ...

Erdem Güneş

19 eylül 2006 GençRadikal'de yayımlanmıştır.

Çarşamba, Ağustos 30, 2006

Melih Gökçek ve Post-Modern Belediyecilik





İçimdeki İ Nokta Melih Aşkı


İ.Melih Gökçek ile muhabbetim, Emin Çölaşan kadar sıkı olmasa da vardır. Radikal2'de yazdığım bir yazı açıkça İ nokta Melih Gökçek ulaşım politikasıyla ilgiliydi. İ nokta Melih Gökçek'in kafası çalışan üniversiteliyle girdiği rant savaşını Radikal2'de yazmıştım. Yazdığım yazı Ankara hayatının ve gerçeğinin çok mikro bir köşesiydi. Pek çok ensesi kıllıya haklı haksız rant dağıtılırken, zaten kira parasından beli kırılmış, ulaşım giderlerini bir şekilde düşürmeye çalışan üniversiteliye küçücük bir "rantı" yar etmeyen, onu da ensesi kıllılara dağıtan İ nokta Melih Gökçek, üniversiteliden öğrenilen "45 dakika transferiyle" bedava gideceği yere ulaşan varoşluya da darbesini vurmuştu. Suç olan bir şeyi savunmuyorum!!! O, Melih Gökçek'çe çok kesin sistemin de kendi içinde açıkları olduğunu görmek ama bunu görünce, o açıktan faydalananları cezalandırmak televizyon kanallarına çıkıp onları "vatan haini" ve "şark kurnazı" ilan etmek , bu "gözü sonradan açılanlardan" biri olarak benim de kanıma dokunmuştu. Son yıllarımızı "sözle işlenen anarşik fiilerden hüküm giyen başbakan olabilir" "evrakta sahtecilik yapan maliye bakanı olabilir" türü şeylerle durumlara özel kılıf hazırlayarak geçirmiyor muyuz? Yerine ve adamına göre özel imar afları çıkar mıyormuyuz? Devleti küçülteceğiz derken olmadık şeylere iş sahası yaratıp yedi ceddimizi ATM"Ay Başında Toplar Maaşı"yapmıyor muyuz? Gücümüz üniversiteli ve varoşluya mı yetiyor?

Postmodern Bir Ajan Olarak Emin Çölaşan


İlk paragrafta adaletsiz belediyeciliği ve adaleti ensesi kıllıyı yüceltip ezilmişi daha da ezmek sanan zihniyeti eleştirdim. Bunu Emin Çölaşan başka bir kılıf altında hemen her zaman yapıyor. "Ayağım kaldırım taşına takılsa konu çıktı diye sevinirim. Başlık hazır: Ankara'nın Kaldırımlarında Usulsüzlük". Emin Çölaşan yazılarının bazen ihaleleri manipüle ettiğinden veya Emin Çölaşan'ın bir İ nokta Melih ajanı olduğundan şüpheleniyorum. Size mantıksız gelebilir ama Emin Çölaşan konuşuyor, Gökçek bir yıl daha seçiliyor. Çölaşan konuşuyor Gökçek bu kez oğlunu da Keçiören Belediyesine veliaht gösteriyor. Simetrik olarak Emin Çölaşan'ın muhalefeti arttıkça Gökçek Ankaraya kazığını daha da derin çakıyor.

Buna postmodernist bakış açısından bir açıklamadan önce aradaki bu zıtların birlikteliği ve diyalektiğe dikkat çekmek istiyorum. Bana Çölaşan'a olan imanımı kaybettiren olay Çölaşan'ın bir kavşak tabelasının resmini çekip haber yapmasıydı. Atatürk Orman Çiftliği'ne giden yönün tabelası "Atatürk O.Ç" olarak yazılmıştı. Üşenmeyip resmini çeken, bir de "Atatürk'e artık açıktan açığa O.Ç diyorlar!" haberini yapan Çölaşan, o güne kadar gözümde cesur bir gazeteciydi.(aslında dürüstlüğü ve etikliği tartışmalıydı. "Turgut Nereden Koşuyor" hayatımda okuduğum en güzel politik mizah kitabıydı. Turgut Özal'ın karısına Amerika'dan dönüşünde sütyen götürürken uçakta üstüste taktığı sütyenler hala zihnimdedir. Ve onca zaman yakın çevrede bulunup, basın danışmanlığı önerilen Çölaşan'ın bunu kabul etmeyip elindekileri kitaplaştırması da beni Çölaşan'dan insani anlamda soğuttu çünkü kirli ve ikili oynuyor. Ama o kitabın Dünya Bankası ve IMF'nin o günlerden nelere kadir olduğunu, Askeri yönetimde bile alttan alta cadı kazanını nasıl karıştırdığını ortaya koyuşu takdir edilmeli...)

AOÇ haberiyle beraber "ya bizdensin ya onlardan" durumu gibi, kesinlikle iki saçma arasında kaldığımı hissettim. Bu saçmalardan bir tanesi fütüristik anıtlar (Eskişehir yoluna gökdelen boyunda Eşşek üstünde Nasrettin Hoca anıtı diktirip sırf buna yılda bir milyon turist beklemek) ve gül bahçesi bile (sosyal tek bir dönüşüm projesi yok. Lale devri parklarıyla ve rant-ihale dağıtımıyla seçim kazanılır) vaad etse bile dalga geçe geçe her seçimi kazanan Melih Gökçek'tir. Her defasında bir önceki iktidar zamanında başlanan Metro ve Ankaray sahiplenilir, abuk subuk üst geçitler ve u dönüş köprüleri tüm itirazlara rağmen yapılır, Ankara abuk bir fütüristik mekan haline getirilir. Yani yık geçmişi, herşey abuk bir gelecek için...

En Büyük Muhalefetim!!!!
Fütursuz Fütürizm'e karşı Rasyonel Toplumsal Projeler
Sadece Bentderesi Vakası

Mesela Ankara tarihi namına en tarihli yerlerden biri "Ankara Genelevi" tarihi dokuyu bozmadan müze yapmak yerine yıkılır. Amsterdam'ın Kırmızı Fenerini yılda 16 Milyon turist ziyarete geliyor, popüler olacağım diye ille eşşek üstünde Nasrettin Hoca dikmek zorunda değilsin ki! Türk toplumunun eski genelev mimarisini müzeleştirmek,burayı bir etnografya müzesi babında kullanmak ve Melih Gökçek'in "böyle sanatın...." dediği eserleri sergilemek kimsenin aklına gelmedi mi? Yeni bir yere taşımak daha sıkı sıhhi önlemler ve denetimler yapmak teşvik edilmez ve tüm çevreyolları hatta ana arterler "Genelev Ankara"sına dönüşür. O bir türlü ısınamadığım Anka-Mall'ı (ki zaten olsa olsa genelev olur) entegre ve modern "örnek bir genelev'e" çevirmek de mümkündü. Ankara Emniyet Müdütlüğünün yanıbaşında bir genelev daha emindir. Tüm şehre kanser gibi yayılmak yerine, tek merkezde toplanmış denetlenen bir fuhuş daha akılcıdır. Madem ki olacak bari denetim altında olsun, sonra bu işin mafyalaşması engellenirse zaten bitmeye yüz tutar ve kendiliğinden biter. Gökçek'in bu projesi, Maltepe'deki bir kaç ensesi kıllı otelci ve pavyoncuya yarar. Bürokrat ve Türk siyasetininin seçkinleri bu konuya ses çıkarmaz ama Melih'in de eli, yalnızca bakan torpiliyle girilen lüks sauna ve masaj salonlarına nedense bir türlü ulaşmaz!!!! Nasıl olur da en liberalinden ortodoks marksistine hiç bir köşe yazarı tepkilerden korkup Bentderesinin yıkılmasına alternatif sunamaz... Liberaller Kuğulu Park'ta elele tutuşsun, sosyalistler yüksel'de eylem yapsın. Herkes mutluysa bu konu illaki tek üstüne konuşan bana kalacak. Madem öyle alternatif projemi söylüyorum: 1) Bentderesi Anka-Mall'a taşınsın 2) Bentderesi "Genelev Etnografya Müzesi" olsun. ( Amsterdam ve Köln genelev modellerinin farklarını yerinde analiz etmeyenlerle bu önerimi tartışmıyorum! Gidin görün sonra tartışalım.)

Melih Gökçek'in Postmodern Belediyecilik Söylemi

Melih Gökçek'in iktidar tasarımları ve iktidar belirtileri de postmodern bir niteliği, o farkında olmasa da kazandı. Elbette bir şeyin postmodern olarak nitelendirilmesi onun son moda olduğu için övüldüğü anlamına gelmez. Yakından takip edenler bilir ki bir konuda postmodern yaftası yemek en ağır hakaretlerden biridir.

Bu iktidar tasarımlarının gelişimini tabelalar ve pankartlardan anlamak mümkün. Bazı tabelalar suçtan sıyrılmak için bazıları (ender de olsa) sorumluluk almak bazıları yönetimin varlığını hatırlatmak için dikiliyor. Ama ne olursa hepsinde postmodernliğe basan bir yön var.

Suçtan sıyrılmak için pankart nasıl açılır ve bir iktidar kendini nasıl gizler? Size sadece bir doyurucu örnek vermek istiyorum. Pankart şudur:

AŞTİ SERVİSLERİ AŞTİ ESNAFININ TALEBİ ÜZERİNE KALDIRILMIŞTIR. KONUYLA ANKARA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİNİN BİR İLGİSİ YOKTUR.

Cümlenin öğelerini sormayı bilen bir ilkokul çocuğu bile bu önermenin tutarsızlığını ortaya koyar. Kaldırılan ne: şehre otobüsle gelenleri şehrin çeşitli yerlerine dağıtan AŞTİ Servisleri, Kaldıran kim: buna yetkili Büyükşehir Belediyesi organı. Aşti Esnafı kim: bu servislerin kaldırılmasından kar edecek her kimse. AŞTİ esnafının talebini dikkate alan kim: yine Büyükşehir Belediyesi. Bu yazı kimler okunsun diye asılmış: Elinde bavullar, sırtında çuvallar Ankara'nın çeşitli yerlerine dağılmak üzere çıkan yolcular için asılmış. Onların aklındaki düşünce ne: bir servis bulup daha fazla yükle gezmemek. Bu talebi kaale almayıp bir kesime rant yaratmayı düşünen kim? Toplumun çatışan çıkardaki insanlardan oluştuğunu göremeyip kafasına göre birilerinin talebini gerçekleştirip diğerini görmezden gelen ve ihtiyaç anında buharlaşan iktidar kim?

Pazartesi, Ağustos 28, 2006

İsmail YK. ve Linç Kültürü

İlk şoku bir Kral TV klibi karşısında yaşadım. Kürtçe yayın yasağı tartışılıyorken; Arapça, Kürtçe ve Balkan dillerinde yayınlar TRT denetiminde serbest bırakılırken, bu klibi fark ettim: Halte! Ne demek ve hangi dilde anlamlı bilmiyorum. Ancak bu klibin sinematografisi hala aklımdadır. Önde yüzü sinekkaydı tıraşlı esmer bir Türk Erkeği, BBG evine albüm yapmak ümidiyle hapis olan Tarık'ın yüz ifadesiyle, inatla ekranın büyük kısmını kaplıyor ve ifadesini bozmadan şarkısını söylüyordu. Arkada bir folklör grubu, rus revü kızları arada bir girip çıkan dansözler klipte ne işe yaradığını çözemediğim bir sürü izleyici veya salınıp duran üniformaları yetişmemiş serbest kıyafetli amatör dansçılar vardı.Eşine benzerine daha önce rastlamadığım tuhaf bir klipti. Pek çok anlamlı parça anlamsız bir bütün oluşturmak için bir arada... Sanatsallığı ve estetikliği tartışılsa da yeni bir akım, yeni bir yaklaşım belki de kazara o klipte doğdu. Bu kadar zengin ve bütüne bakıldığında anlamsız bir koleksiyon ortaya çıkarma çabası ne olabilir... İşte "Linç Toplumunun" nesnelerin gerçekliğini ve anlamlarını linç edişi ve bunun sanata yansıması... Karşınızda “Linç Kültürü”…


Bunun savunucularından bir tanesi de İsmail YK. Arabesk ve popun türleri arasında her daim deney halinde olduğundan tarzına, kuantum mekaniğinden kaynaklanan "belirsizlik ilkesi" dolayısıyla isim takamıyorum. İsmail YK'nın tarzı için şu söylenebilir: "Hangi hızda gittiğini biliyorsanız, nerede olduğunu bilemezsiniz. Nerede olduğunu biliyorsanız hızını bilemezsiniz." Hangi yöne evrileceğinin ve o anda ne yaptığının bir arada bilinmesi imkansız.

YK Bey ve Şappur Şuppur


Yurtseven Kardeşler'in en küçüğü İsmail YK'dır. Bu 5 çocuklu gurbetçi işçi ailesi, İsmail de liseyi bitirince, kardeş kardeş albümlerini çıkardı. Yurtseven Kardeşler deneyi arabesk-elektronik karışımıyla yoluna devam ederken aile meclisi en küçük kardeş İsmail'i starlığa hazırlama kararı aldı (kaynak http://www.ismailyk.de) İlk şarkısı "Şappur Şuppur" ile onu tanımayan kalmadı. Televizyonların "Türk halkını İsmail YK.'dan bıktırma" politikasına bu şarkı iyi direndi. Şappur Şuppur yeni asırda "Alla Beni Pulla Beni"nin yeniden doğmuş haliydi. Bu Barış Manço klasik eseri ile İsmail YK şarkısı arasındaki fark, İsmail YK'nın ruh halini göçmen-işçinin toplumsal konumu ve argoyla harmanlayarak sunmasıydı. Şarkının ilk bölümünde bir yazlık beldesi diskosuna veya iğne atılsa yere düşmeyen cumartesi club'ına "akan" İsmail YK kafasındaki günlük sorunları bizimle paylaşmaktadır. İsmail Yk'nın eforları sonuç vermiyor ve Sayın YK o eşsiz tonlamasıyla teşhisi koyuyor: “Yoksa ben zurna mıyım hııı?” Şarkının birinci bölümü bittiğinde üzerine işportadan aldığı cicileri çekmiş, saçını İsmail YK. modeli yapmış, yazlık diskoda sarışın mavi gözlü rus alman irlandalı hollandalı gözleriyle süzen ama ümidi tükenmeye başlamış neşeli kalabalık içinde yalnız " ben sen o biz siz onlar"ı görüyoruz. "Bu gece de boş mu dönüyoruz?" sorusu aklına düşen her Türk genci gibi, "hani bu kadar turist esmer Türk erkeği için Bodrum'a geliyordu benim ne eksiğim var?" "otelin barındakiler o kadar "macera" anlatıyor. bunlar ya profesyonel zampara yada hepsi yalandı" gibi şeyleri düşünmeye başlıyoruz. İşte bu kadar yoğun duygular ancak böyle açıklanabilir: "Yoksa ben zurna mıyım hııı" Şarkının ikinci bölümünde İsmail YK ve yanına yaklaşan bir İngiliz uçağı ile macerasını izliyoruz. Kız onu bara çektiğinde İsmail YK. yeni işten çıktığını kızın pahalı içki almamasını, kendi kendine, içinden geçiriyor. Burada bir anda ekonomi-politik meselelere geçiyoruz. İsmail YK, buna her an uyanık olmasa da aklının bir yerlerinde bir göçmen-işçi sınıfı bilinci taşıyor. Ve kızın pahalı ve sofistike bir şey istememesinden korkarken bir anda sınıfsal köklerine dönüyor. Kan,ter ve gözyaşı işçi sınıfının azimli savaşlarla kazandığı Cumartesi tatili, sözleşme hakkı ve grev özgürlüğü bir anda disko ışıkları altında aklımızdan geçiyor. Bu uçurumlar fazla derinleşmiyor. Derken YK Bey tane tane anlatarak olay anlatımının gerilimini arttırıyor. "Bizi-imki votka-ayı usu-ulca yudumla-adı, gömle-eğimin üst düğme-esini açtı" Tam bu anda YK Beye, o imrendiği şanslı azınlık gibi, yarın sabah barda anlatacağı hikaye çıktı . Ama YK Bey sanatçı kişiliğini burada ortaya koyuyor. Bunu otelin havuz barında "her şey dahil limitsiz yerli içki" vaktinde gerile gerile anlatmak yerine bundan bir şarkı yaratıyor. İşte biz, dinleyiciler, tam da o anda, o her şey dahil otelin havuz başındaki barında, cin tonik önümüzde, yanımızda ne anlatıldığından bihaber Ukraynalı kızlar; İsmail YK'nın bizi bara toplayıp geçen gece biz bardan ayrıldıktan sonra tek başına neler yaptığını anlattığını fark ediyoruz. Arkadaki müzik ise havuz kenarındaki hoparlörden gelen içkili halde veya havuz çıkışı içi su dolu kulaklarla anlayamadığımız müzik... Ve daha ilginci İsmail YK'nın da bu havuz bar adamlarının yaptığı gibi aynı hikayeyi, aynı tonda, defalarca anlatabildiğini görüyoruz. Zaman-mekan anlayışımız işte bu noktada kendine geliyor. Şimdi sormamız gereken bir soru var. "Eee kız ne oldu İsmail?" Şarkının üçüncü bölümü ise bu soruya verilmiş bir cevap, trajedik bir son. YK bey'i cep telefonundan babası arıyor. Gecenin o saatinde barda içtiği için azar yiyen YK evine dönüyor. Ve şarkı da bir tür "her maça üç puan için çıkacağız, önümüzdeki maçlara bakacağız" mesajıyla bitiyor. Bu hikaye her yıl tekrar tekrar farklı yer ve zamanlarda kişilerle gerçekleşmiyor mu? Buna ne denir? Bireyseldeki toplumsal denir. İsmail YK bir gece macerasından böyle dönerken bunu bin yıl sonra çözecek antropologları malzemeye boğuyor. "Tarihin bir döneminde az gelişmiş insan türü avlanmak için geceleri dışarı çıkar... Eş seçimi bu müzik eşliğinde alınan alkol eşliğinde gerçekleşir... bu çiftleşme ritüeli için gece kulüpleri inşa eden insan türü...Başarısız ve yalnız olanlara "zurna" etiketini yaftalayarak..."

Linç Toplumunun Milli Marşı: Allah Belanı Versin

Bunun üzerine mesajı ne olursa olsun yazının başında anlattığım müzikal felsefeye rast gelen anlamlı parçalardan anlamsız bütün yaratma çalışması olarak "Allah Belanı Versin" başlıyor. Bu “Allah Belanı Versin”deki müzikal çeşitlilik çok girift. Yayılmak yerine düğümlenip kendi içine toplanan bir hali var. Klasik batı müziği var, Elektronik öğeler var, Oryantal etkiler var,Rock bile var. Ama bu kadar var'lığı yok'luğa dönüştürmek İsmail YK'nın kendine biçtiği sanatsal misyon. Tıpkı Halte klibindeki gibi.

Şarkıyı dinleyen hemen herkes başka bir yöne takılmış. Sözlerin boşluğu ve birbirini tekrarlayışı dinleyicilere o karmaşık müzikle ilgilenebilme fırsatı veriyor. Kimi rock baterinin aksaklarına takılmış , kimi arkada derinlerden gelen klasik batı müziği etkilerine, kimi sonlardaki o elektro gitar solosuna , kimi ney sesine... Her biri ayrı ayrı anlamlı, ama bir arada anlamsız... Zenginliği ve çeşitliğiyle gurur duyduğumuz toplum da bu simgesel bir aradalığın bu anlamsızlığını yaşamıyor mu? Ve cemaatler tepki vermek istediğinde aklı ve sağduyuyu sıfıra indirip saf öfkeyle vurmuyorlar mı? "Linç toplumu" da bir nevi bu şarkıya sıkışmış aynı sözleri durmadan tekrarlayan ve müziğe yansımış karmaşık bir kültürel zenginlikle o arabaya girişmiyor mu? Linç Toplumu sakin halinde o yazlık diskoda şappur şuppur öpüşürken, bir anda ne olduğunu anlamadan bagajdan levyeyi çıkarıp o arabayı linç ediyor. Sevgili kendi 4x4 arabası evrenin bir başka köşesinde yol alırken, İsmail YK "sen beni unutmuş için kupkuru, benim gönlümde hala o arzu" durumundayken, yok yere o araba parçalanıyor. O arabanın parçalanması gücü bir şekilde göstererek YK'yı tatmin ediyor. Çünkü kimse bundan sonra ona "zurna" diyemeyecek ve YK da zurna olmadığına kendini inandıracak

Ney gibi tasavvufi kökenli bir enstrümanın öfkenin önüne sürülmesi, tüm bu yıkımın o üç dakikalık şarkıda o üç dakikalık "linç anına" sıkıştırılması ve o disko gecesinde zevki anlatırken ağır çekim heceleyen YK'nın "linç öfkesini" anlatırken müziği hızla akıtması göze çarpan diğer detaylar... Bu "linç toplumunun" "linç kültürü" eserini linç eylemlerinde dört bir ağızdan söylemek dileklerimle...

Alperen Atik.